Bir sabah uyanırsınız ve dünyanın aynı yer olmadığını hissedersiniz. Hava yine aynı havadır, insanlar yine işe gider, trafik yine sıkıcıdır. Ama içinizde bir şey eksiktir. Sanki birileri yok olmuş gibi. Sanki çok sevdiğiniz bir dostla vedalaşmışsınız da, kelimelere dökememişsiniz gibi. İşte ben o hissi Avengers: Infinity War’dan çıktığımda yaşadım.
Bu yazı, bir Marvel hayranı olarak değil; hikâyelere inanan biri olarak, kalbimde taşıdığım büyük bir yasın ardından geliyor. Çünkü bu film, sadece bir sonun hikâyesi değil. Bu, inancın sınandığı, kahramanlığın biçim değiştirdiği, umutların toz olduğu bir anlatının zirve noktasıydı.
Infinity War vizyona girdiğinde Marvel Sinematik Evreni 10 yaşındaydı. On yıl boyunca kurulan, sabırla işlenen, her karakteri kendi filminde adım adım büyütülen bir evrenden bahsediyoruz. Demir Adam’ın o ilk zırhını yaptığı anla başlayan bu yolculuk, bir taşla değil, tam altısıyla sınanacaktı.
İşte o yüzden Infinity War sadece büyük değil, kaçınılmazdı.
Marvel bu filmde bize dedi ki: “Size yıllarca kahramanlar gösterdik. Ama şimdi, onların da kırılabileceğini göreceksiniz.”
İzninle kötü adamdan başlayacağım. Çünkü Thanos bu filmin asıl başrolüydü.
Klişe bir kötülük hikâyesi değil bu. “Evrenin kaynakları sınırlı” diyen, karşımıza bir tür kozmik filozof gibi çıkan bir tehdit bu. Kızını sevdiği hâlde feda edebilecek kadar fanatik, ama bir yandan da gerçekten acı çeken biri.
Josh Brolin’in sesindeki ton, yüzündeki dijital mimik… Thanos’un ağırlığını kelimelerle anlatmak zor.
Ama şu kadarını söyleyeyim:
Thanos, kazanmayı istemedi. Thanos, kazanmaya mecburdu. Çünkü kendi gözünde sadece o kaldı. Evrenin mantıksız büyümesine, kaotik çoğalmasına karşı yapılması gereken bir temizlik vardı. Soğuk, steril, duygusuz ama kesin bir çözüm.
Ve bu fikirle yüzleşmek… seyirci için tokat gibiydi.
Iron Man, yani Tony Stark. O her zaman ekranın en zeki, en hızlı konuşanıydı. Ama Infinity War’da ilk defa onu gerçekten “yorgun” gördük.
Yıllarca savaştı. Takımı dağıldı. Arkadaşlarıyla arası bozuldu. Ve sonunda, bütün bu yükün üstüne bir de evrenin kaderi yüklendi.
Tony, Doctor Strange ve Spider-Man’le birlikte Titan’a gittiğinde, bir an durup düşündü: “Belki de bu geri dönüşü olmayan bir yol…”
Ve o savaşta, her şeyini verdi. Son kozlarını oynadı. Thanos’un kanını döktüler ama yine de yetmedi.
O an Thanos’un “Tüm planımı sizin için mi bozdum sanıyorsunuz?” der gibi bakması var ya…
İşte o bakış, Infinity War’un damarlarımıza buz gibi akan yeriydi.
Thor’un karakter yolculuğu başka bir yazıyı hak eder. Ama Infinity War’daki Thor… başka bir seviye.
Annesini, babasını, kardeşini, halkını… herkesini kaybetmiş bir adam vardı karşımızda. Ama hâlâ ayağa kalkabiliyordu.
Stormbreaker’ı yaratmak için yıldızın kalbini açması gerekiyordu. Kendi bedenini feda etmesi gerekiyordu. Ve o yaptı.
Yıldızın içine atladı. Tüm acısını, tüm yasını, tüm öfkesini bu silaha yükledi.
Ve Wakanda savaşında gökyüzünü yararak indiği an…
O sahne sinema tarihinde sadece görsel değil, duygusal olarak da altın harflerle kazındı. Çünkü o an Thor sadece bir tanrı değildi. O bir haykırıştı. “Ben hâlâ buradayım!” diyen bir adamın sessiz çığlığıydı.
Filmin son savaşı Wakanda’da geçerken, tüm karakterlerin buluştuğu, birleştiği anlara şahit olduk.
Black Panther, Steve Rogers, Bucky, Wanda, Vision, Okoye… hepsi aynı amaç için savaştı:
Sonsuzluk Taşı’nı korumak. Vision’u kurtarmak. Zaman kazanmak.
Ama zaman… Thanos’un yanında değildi.
Wanda’nın Vision’u öldürmek zorunda kaldığı o sahne… Kalbimizi parçaladı.
Aşık olduğu adamı, onun isteğiyle öldürmek zorunda kalmak… Ve sonra Thanos’un zamanda geri gitmesi…
“Yok yere yaşadığın acılar” diye bağıran bir yazgı gibiydi.
Parmak şıklatması.
Bu kadar basit bir hareketin sinema tarihine nasıl geçtiğini anlatmak zor.
Ve sonra… biri bir anda kayboluyor.
Sonra bir diğeri.
Sonra… Peter Parker.
O anlar çok şey anlatıyordu:
Bir babanın gözleri önünde oğul gibi sevdiği bir çocuğun gitmesi.
Peter’ın “Bay Stark, kendimi iyi hissetmiyorum” deyişi…
Ve Tony’nin o boşluğa sarılıp hiçbir şey yapamaması.
Bu, sinema değil. Bu bir travmaydı.
Ve biz orada, sinema salonlarında o sahnede sadece karakterleri değil, bir parçamızı da kaybettik.
Alan Silvestri’nin yaptığı müzikler, kelimelerin yetmediği yerde devreye giriyor.
Filmin sonunda Thanos’un güneşe karşı oturduğu, hiçbir şey söylemeden gözlerini kapattığı o sahnede…
O müzik yok ya. İşte orada asıl yıkım var.
Çünkü bazen sessizlik, en yüksek bağırıştır.
Infinity War, her şeyin mümkün olduğunu sandığımız bir evrende “her şeyin kaybedilebileceğini” gösterdi.
Marvel o gün, kendi sınırlarını aştı. Sadece eğlendirmedi, düşündürdü.
Ve her Marvel hayranı o gün şunu öğrendi:
Kahramanlar da kaybeder.
Ama işin güzel tarafı şu ki…
Kahramanlar kaybetse de, biz onların ardından ayağa kalkmayı öğreniriz.
Infinity War’u bir daha izlemek istiyorsanız gözlerinizi kapatın.
O sahneleri hissedin. O savaşları, o kayıpları, o sessizliği.
Ve sonra kendinize şunu sorun:
“Ben o gün toza dönenlerden miydim, yoksa ayakta kalanlardan mı?”
Çünkü Infinity War, sadece bir film değil.
O, hepimizin içindeki kahramanı test eden sonsuzluk sınavıydı.