Bazı oyunlar eğlencelidir. Bazı oyunlar unutulmaz. Ama çok azı seni sen yapan şeylerden biridir.
Hatırlar mısınız o ilk geceyi?
Bir gemi yanaşıyordu şehrin kenarına. Hava karanlıktı, ama ışıklar çoktu.
Bir adam vardı güvertede: Niko Bellic.
Yanında sadece bir bavul, iç cebinde hatırlamak istemediği anılar… ve uzaklarda bir kuzenin kurduğu yalanlar.
Liberty City’ye ilk adımı attığımızda oyun başlamadı aslında.
O an bir rüya başladı.
Hem karakterin hem bizim rüyamız: daha iyi bir hayat, daha güzel bir başlangıç, biraz umut…
Ama biz o rüyanın ne kadar karanlık olduğunu çok geçmeden öğrenecektik.
2008’de çıkmıştı Grand Theft Auto IV.
Ama sadece piyasaya sürülmedi; bir döneme damgasını vurdu.
GTA III’le başlayan açık dünya devrimi, Vice City ile stil kazandı, San Andreas’la genişledi.
Ama GTA IV bambaşka bir şey yaptı:
Gerçekçiliği kutsal bir görev gibi sırtlandı.
Bu oyun, video oyunlarının artık sadece “çocuk işi” olmadığını herkese kanıtladı.
Diyaloglar, ses tasarımı, atmosfer, karakter gelişimi, hatta su damlalarının camda bıraktığı iz…
Her detay bir filmin değil, bir hayatın parçası gibiydi.
Liberty City…
Bir şehir değil; yaşayan, nefes alan bir organizmaydı.
New York’un gölgesinde yaratılmıştı ama ondan daha karanlık, daha gerçekti.
Şöyle düşün:
İlk defa bir GTA oyununda sadece araba çalıp ortalığı birbirine katmak istemiyordun.
Sadece yürümek istiyordun.
Sabah vakti bir kahve alıp kaldırımlarda yürümek. Radyoyu açmak.
Yağmurda sinema afişlerine bakmak.
Sanki o şehre aitmişsin gibi hissettiren bir dünya…
Rockstar North, bu oyunu yaparken New York sokaklarını günlerce arşınladı.
100.000’den fazla fotoğraf çektiler.
Sırf bir sokak lambası doğru görünsün, bir adamın küfür etme şekli doğal dursun diye…
Ve bu detaylar oyuncuya, yani bize, öyle ustaca yedirildi ki;
bu şehir, bizi sadece oyuna bağlamadı — kendisine mahkûm etti.
GTA IV’ün oynanış mekanikleri, zamanına göre devrim niteliğindeydi.
Euphoria motoru sayesinde karakter animasyonları doğaçlama gibi hissettirdi.
Polisle çatıştığınızda vurulan adamın gerçek bir insan gibi sendelemesi…
Bir araca çarpınca cama vuran vücutlar…
Her şey, önceden belirlenmiş değil, organik görünüyordu.
Fizik motoru: Araba sürüşü “arcade” değil, ağır ve gerçekçiydi.
San Andreas’taki gibi roketli arabalar değil, virajı bile zor dönen sedanlar vardı.
Çünkü bu oyun, seni bir kahraman gibi değil, bir adam gibi hissettirmek istiyordu.
Cep telefonu: Oyunun en önemli sosyal aracıydı.
Birini aramak, mesaj atmak, davet almak…
Artık sadece görev almıyordun.
İlişkiler kuruyordun.
Yapay zekâ: NPC’ler seni fark ediyordu. Kıyafetine göre tepki veriyorlardı.
Polisler seni her şey için değil, gördüklerinde yakalıyordu.
Adalet, görüş açısıyla sınırlıydı. Tıpkı gerçek dünyadaki gibi.
Ve evet…
Tüm bu detaylar oynamayı değil, yaşamayı öğretiyordu.
Niko Bellic, oyun tarihinin en insani karakterlerinden biri.
O, trajediyle, pişmanlıkla, suskunlukla yoğrulmuş bir adamdı.
Onun için para sadece bir araçtı.
Sığınmak için, unutmak için, belki de sadece Roman’a bir apartman dairesi almak içindi.
Onun öfkesi, oyun karakterlerinin öfkesine benzemezdi.
Kontrolsüz değildi.
O intikam istiyordu.
Ama aynı zamanda huzur da.
Bize seçimler sundular:
Öldür ya da bağışla…
Aileyi kurtar ya da sadakati seç…
Hiçbir karar tam olarak “iyi” ya da “kötü” değildi.
Çünkü bu oyun, seni tanrı değil, sadece bir adam olarak görüyordu.
Radyo istasyonları oyunun en unutulmaz taraflarından biriydi.
Ama sadece müzik değil; kültür, dil, mizah, ruh taşıyordu.
Vladivostok FM: Slav ruhunu taşıyan melodilerle Niko’nun içini yankılardı.
Liberty Rock Radio: Amerikalıların öfkesini, umutsuzluğunu, yaşlı punk ruhunu getirirdi.
Talk show’lar: Şehri, insanların fikirlerini, hicivle karışık bir şekilde sunardı.
Radyolarla GTA IV, sadece bir aksiyon oyunu değil, aynı zamanda bir medya simülasyonu haline geldi.
Kimin neye inandığını, nasıl konuştuğunu duyduk.
Bu şehir bir ülkeydi.
Ve biz onun vatandaşlarıydık.
GTA IV bittiğinde garip bir boşluk kalmıştı.
Büyük finalden sonra gelen sessizlik çok daha etkileyiciydi.
Hiçbir patlama sesi yoktu.
Hiçbir müzik çalmıyordu.
Sadece arka fonda kuşlar ötüyordu.
Sadece şehir nefes alıyordu.
Çünkü Liberty City, sen gidince durmazdı.
Sen sadece orada geçici bir yabancıydın.
Tıpkı çocukluğumuz gibi.
Çünkü GTA IV, hiçbir zaman “en eğlenceli” oyun olmadı.
Ama hepimizde derin bir iz bıraktı.
Bugün GTA V’i tekrar oynarsın, eğlenirsin, unutursun.
Ama GTA IV’ü tekrar oynayamazsın.
Çünkü onu yaşadın.
Ve bazı şeyler sadece bir kere yaşanır.
Bir gün dönmek istersen…
O eski kaydı bul.
Radyoyu aç.
Arabanı çalıştır.
Ve sabaha karşı sokak lambalarının altından geçerken kendine şu soruyu sor:
“Ben kimdim o zamanlar?”
Cevap muhtemelen Niko’yla aynı olacaktır:
“Bir yabancıydım.
Ama her şeyin mümkün olduğuna inanan bir yabancı.”