Her şehir bir sesle başlar. Kimisinin sesi martıdır, kimisinin rüzgar. Ama Konya’nın sesi… bir ney sesidir. İçine işler, kalbini yoklar, seni kendi içine çağırır. Sanki tüm kalabalıkların ortasında yalnızca senin kulağına fısıldar gibi: “Dur… Hatırla… Hisset.”
Bugün seni, bu sesin peşinden gitmeye davet ediyorum. Tarihin tozunu, taşların sırrını, bir yemeğin altında saklı bir geleneği keşfetmeye… Yani Konya’yı gerçekten anlamaya.
Konya’nın tarihi anlatılmaz, yaşanır. Bu şehir, tarih kitaplarının arka sayfasına sığınmış kuru bilgilerden ibaret değildir. Her taşı, her sokağı, her mezarı ile konuşur, anlatır. Ve sen dinledikçe anlarsın: “Burada bir şeyler olmuş. Burada zaman durmuş…”
Çatalhöyük, sadece bir arkeolojik alan değil; insanın toprakla barıştığı, evcilleştiği, düş kurmaya başladığı bir noktadır. 9 bin yıllık sessizliğinde bile yüksek sesle konuşur. Bir annenin çocuğuna yaptığı ilk beşiği, bir duvara çizilen ilkel bir güneşi hayal edersin.
Sonra Selçuklular gelir. Konya, onların kalbi olur. Alaeddin Keykubad döneminde saraylar yükselir, medreseler kurulur, bilgelik Konya’nın dili olur. Şehir artık sadece bir başkent değil; bir akıl ve inanç merkezidir. Karatay Medresesi’nde çiniler konuşur; “Biz sadece süs değiliz, biz bir mesajız,” der gibi.
Ve sonra Mevlana gelir… Bu şehirde bir gül açar. Rengi sevgi, kokusu hikmet olur.
Her şehrin bir kalbi vardır ama Konya’nın kalbi Mevlana’dır. Onun varlığı, bu şehre başka hiçbir yerde olmayan bir dinginlik kazandırır. Hangi sokağa girersen gir, hangi çarşıdan geçersen geç; Mevlana’nın sesi kulağındadır:
“Ne olursan ol, yine gel.”
Konya’da güneş başka doğar. Sabah ezanıyla birlikte uyanan şehir değil; kendine gelen bir ruh gibidir. Kubbe-i Hadra’nın (Yeşil Kubbe) altında yatan, yalnızca bir bilge değil; sevginin özü, hoşgörünün özü, insanlığın özüdür.
Şeb-i Arus törenleri geldiğinde Konya başka bir kimliğe bürünür. Her yıl 17 Aralık’ta, o derin sessizlik içinde binlerce kişi gözyaşlarıyla semaya döner. Çünkü Konya’da ölüm bile vuslat olur. Sessizlik, burada bir yas değil; bir kabulleniştir.
Konya’nın mutfağı bir tarife sığmaz. Onun lezzetleri sadece mideye değil, ruha da dokunur. Çünkü Konya’da yemek, bir geleneğin, bir duanın, bir anının taşıyıcısıdır.
Etliekmek mesela… Konya’da bir etliekmek pişirilmez sadece, hürmetle yapılır. Fırın ustası hamuru açarken, sanki bir sanat icra eder gibi dikkat eder. İncecik açılan hamurun üzerine konan kıyma, sadece lezzet değil; anılar taşır. Dedenden kalan bir öğle yemeği, annenin bayram sabahı hazırlığı, çocukluğunun fırın kokusu…
Fırın kebabı vardır bir de… Sabahın erken saatlerinde pişirilir. Lokum gibi kuzu etinin taş fırında ağır ağır pişmesi gibi, bu şehir de ağır ağır yaşanır. Hızla yenilmez, hızla geçilmez.
Tirit, bamya çorbası, yağ somunu, sac arası ve daha nicesi… Her biri Konya’nın kendiyle kurduğu bağın lezzetli bir ifadesidir. Bu yemeklerde bir kadının eli, bir çocuğun gözyaşı, bir dedenin duası vardır.
Konya yalnızca geçmişi anlatmakla yetinmez, geleceği inşa eder. Türkiye’nin en büyük tarım üreticilerinden biridir. Her buğday tanesi, bu toprağın bereketini yansıtır.
Sanayideyse Konya bir “sessiz dev” gibidir. Göz önünde değildir belki ama otomotiv, gıda, tarım makineleri, plastik ve mobilya üretiminde Türkiye’nin nabzını tutar. Anadolu Kaplanı sıfatı boşuna verilmemiştir. Konya üretir, çalışır, paylaşır.
Bu şehirde üretmek bir alışkanlık değil; bir değertir.
Konya sokakları tarihin suskun tanıklarıyla doludur. İnce Minareli Medrese, Karatay, Sırçalı Medrese, Aziziye Camii, Sahip Ata Külliyesi… Her biri zamanın ötesinden gelen bir mektup gibidir.
Ama bir sembol vardır ki, her duvarda, her okulda, her armada karşımıza çıkar: Çift Başlı Kartal. Selçukluların gücünü ve adaletini simgeleyen bu figür, bugünün Konya’sında hâlâ gururla taşınır.
Konya sadece tarih ve gelenek değil, doğayla da iç içe bir şehir. Beyşehir Gölü, gökyüzünü aynasına çeker. Meram Bağları, eski Türk filmlerinde kalmış bir huzur gibidir.
Kelebek Vadisi, 80 Binde Devr-i Alem Parkı, Bilim Merkezi ve sayısız seyir tepesi, şehri sadece geçmişte değil, bugünde de yaşatır. Burada modernlik sessizdir. Gürültü yapmadan kendini gösterir.
Konyaspor’un yeşil-beyaz renkleri, bu kentin kalp atışları gibidir. Taraftarın gözyaşları, stadın gürültüsü, çocukların sırtındaki formalar… Hepsi bir arada bu şehrin ne kadar sahiplenen, ne kadar aidiyet duyan bir yer olduğunu gösterir.
2016-2017’de kazanılan Türkiye Kupası, sadece bir kupa değildi. O, Anadolu’nun her türlü engeli aşabileceğinin en temiz kanıtıydı.
Konya’yı anlatmak, bir şiiri açıklamak gibidir. Her cümlede bir anlam, her durakta bir hikâye gizlidir. Burada zaman yavaş akar, ama hiç durmaz. İnsan yaşlanmaz, olgunlaşır. Sessizlik sıkmaz, sarar.
Ve Konya’dan ayrıldığınızda fark edersiniz… Geriye bir lezzet değil, bir duygu kalmıştır. İçinizde bir huzur, belki de adını koyamadığınız bir eksiklik…
Çünkü Konya sadece bir şehir değildir.
Konya bir his, bir hatıra, bir dua gibidir.