ATATÜRK’Ü DOĞRU ANLAMAK, ANLAMAYA ÇALIŞMAK

0

İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır.

Öyle ya bilmediğin şey öcüdür, korkutucudur ve sana zarar verecek endişesini içinde taşır. Çünkü sana yabancıdır, nedir, ne değildir, o yüzden ki cephe alırsın.

Şimdiye kadar yapıla gelen şeyleri dikkatli bir biçimde gözden geçirecek olursak bunu körlerin fil hikayesi ile izah etmeye çalışabiliriz.

Körleri bir filin yanına götürürler ve fili tarif etmesini isterler onlardan, kimisi burnunu tutar, yoklar ve fil uzun yumuşak bir boru gibidir, der. Kimi bacaklarını tutar, sert uzun bir şeye benziyor gibi laflar eder.

Birçok kimse kendi açısından bakarak doğru olan budur, demiş. Fakat bu Atatürk’ü yeteri ölçüde tanıtmaya yetmemiş ve yanlış anlaşılmasına da neden olmuştur.

Herkes kendi inşa ettiği zihin dünyasına uygun düşecek bir yanını görmüş, neden ki o yanı ona yakın gelmiş, sıcak gelmiş, o yanını ortaya çıkarmaya özen göstermiş, öte yanı onu pek öyle enterese etmemiştir.

Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan”a bakarsanız bir başka Atatürk, Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Savaşı”na bakarsanız bir başka Atatürk, Hikmet Özdemir’i ele alan çok ciddi değerlendirmeler “Atatürk’ün Ardından , “Atatürk’ü Yeniden Düşünmek” görecektir. Ahmet Taner Kışlalı da “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” Cemal Kutay’a, Fatih Rıfkı Atay’a v.s v.s bakarsanız farklı Atatürk tipolojileri ile karşılaşabilirsiniz.

Yalnız bizde mi böyle bu.

Yabancı yazara bir bakalım. “Lord Kinross, Bir Milletin Doğuşu”, “Manga”, “Bernard Lewis” de yine öyle.

Atilla İlhan’nın: “Hangi Atatürk”, Taha Akyol’un incelemeleri…

Son günlerde Taha Akyol’un geniş araştırmalar sonucu ve adını Halide Edip’ten alan “Türkün Ateşle İmtihanı” belgeselini eğer dikkatle izliyorsanız size çok sağlıklı bilgiler verecektir. Öte yandan İlber Oltaylı’nın “Gündem Özel” de yaptığı açıklamalar size pek çok ipucu verir.

Bir kez şunu kabul etmekte ve itiraf etmekte büyük yara var. Biz Atatürk’ü pek iyi, nesnel bir biçimde anlatamadık. Karadeniz’den bir Atatürk büstü çıkarmakla olmaz bu iş. O yüzden ki Atatürk’ü anlamadık, anlatamadık. Eflatun’un bir mağara metaforu vardır. Bir mağara içinde bir takım adamlar. Sırtları dışarı dönük, yüzleri duvara bakıyor. Ve o adamlar yalnızca gölgelere bakıyorlar. Oysa ki gerçek figürler dışarıda. Onlar hakkında bir şey söylemek güç ve imkanından yoksunlar.

Eksik bilgi ve yanlış bilgi sizi doğrudan uzak kılar. O yüzden ki gerçek ve sağlıklı bilgi edinmek mümkün olmaz. Buda sizi o şeyi nesnel bir biçimde zihin dünyanıza almanıza mani olur.

Peki o zaman ne yapacağız. Olup bitenlere nesnel ve bilimsel bir biçimde bakabilmek için.

Bir kez o coğrafya ya gözlerimizi dikeceğiz. Selanik çok farklı bir yer. Bir çok etnisitenin yer aldığı modern bir kent.

Öte yandan zihin dünyasını inşa eden kitaplarını gözden geçireceksiniz. Çünkü çok okuyan bir insan.

O zaman ki siyasal durumu ve içinde yaşadığımız koşullarlı dikkate almazsanız doğruya erişmeniz ve işi anlamanız biraz zor olur.

O coğrafya batıya açık, batı rüzgarlarının estiği bir yer. Bir kez bunu tespit edelim. Öte yandan İttihat Ve Terakki Partisi 1908 den sonra iktidara sahip oluyor. Atatürk Suriye’den gelip partiye üye oluyor. Daha sonraki yıllarda partiden biraz uzak duruyor.

Peki dünyanın genel ahvali nasıl?

Çarlık Rusyası 1917 de Bolsevik ihtilali ile yıkılıyor. Romonof ailesi ve Rasputin dağılıyor. Odessa’da kurulan dernek Yunanistan’ı oluşturmak peşinde.

Avusturya-Macaristan imparatorluğu yıkılıyor. Hasburg ailesi dağılıyor.

Bulgaristan’ın durumu ilginç.

1789 Fransa Büyük İhtilali olmuş. İhtilal sonrasında bir takım düşünürler öne çıkarak yeni şeyler söylemeye başlamışlar. Volter, Jean Jeak Russcau, Robespiyer, Monteskiyo v.s.

Ve ulus devletler kurulmaya başlamış.

Batı uygarlığının 19. yüzyılın aşaması, bilimin egemen duruma geldiği yüzyıl olarak tanımlanır. Atatürk bilimin egemenliğini olumlu bir gelişme olarak görmüş, algılamış, kendi sisteminin temel direği olarak değerlendirmiştir.

O yüzden ki bir konuşmasında:

“Efendiler, dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, mufakkiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fen’in dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilim ve fen’in yaşadığımız her dakikadaki safhalarını, ilerlemesini, idrak etmek ve terakkiyetini zamanla takip etmek şarttır.”

Atatürk’ün şahsi başarısı, başkalarının bölük pörçük ve sistemsiz olarak etkisi altında kaldıkları bu unsurları bir noktada toplayabilmiş olması, hepsinde birden faydalanma yolunu bulmuş olmasıdır. Zeka ve anlayışı bu noktada apaçık ortaya çıkar.

Dini kontrol etmek amacıyla Genel Kurmay Başkanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı birlikte bir kanunla kurmuştur.

“Mesudum, çünkü başardım” sözünün arka planına bakacak olursak, daha genç yaşlardan beri zihninde bu tür bir toplum tahayyülü vardır. Tazminattan beri süregelen bu batılaşma süreci çok daha radikal ve kuvvetli bir biçimde olmuş. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiği gibi “Hakikatte Mustafa Kemal’in inkılapları bir tereddüdün, bir eşikte duraklamanın sona ermesi idi”(Ulus, 21 Kasım 1960).

Bugünkü Türkiye’yi iyi anlayabilmek için Kurtuluş Savaşı’nı ve onu yapan kadroyu iyi anlamak gerek.

İlkin altı kuvvetle çizilmesi gereken bir husus var ki bu çok önemlidir. Kurtuluş Savaşı bir meclis ile yapılmıştır.

İki kez taşınması ve bir kez kapatılması düşünülmesi akıldan geçirilmesi de, bundan meşruiyetin kaybedilmesi endişesi ile vazgeçilmiştir.

Bir kez şunu açıklamakta yarar var. Atatürk çok zeki ve çok okuyan bir kimsedir. Fırsatları ve konjektörü çok iyi hesaplayan ve bundan azami ölçüde yararlanmasını bilen bir kimsedir.

10 bin kitap sahibi ve 4500 kitap okumuştur. Okuduğu bütün kitaplarda bir takım çıkmalar ve notlar vardır.

Dikkat çekici olması bakımından her fırsatta okuma imkanı bulmasından bahisle bir iki örnek vereyim. Büyük Taarruz öncesi sabaha kadar Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” adlı romanını ve öte yandan Suriye sınırında Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Allah'(c.c) İnkar Etmek Mümkün Mü” ve Çanakkale Savaşları sırasında bile Madam Carolyn’e yazdığı mektuplardan kitap isteyip okumak sevdasında olduğunu anlayabiliyoruz.

Bir başka yanına daha değineyim. Bundan pek söz edilmez. Gençlik yıllarında Mevlevi dergahına gidip gelir.

Yine Kurtuluş Savaşı yıllarında Balikesir Zagros Paşa Camii’nde Hutbe verir. Kurtuluş Savaşını yapan subay kadro Abdülhamit’in yaptığı modern, çağdaş okullarda okumuş ve bir çok savaşta yer almış, tecrübeli ve dünyadan haberli insanlardı.

Ne yazık ki 2.Abdülhamit de çok kez yanlış anlaşılmış, bu alanda en detaylı çalışmanın bir yabancı akademisyenin yapmış olması ilginçtir. Claudia Kleinert’in 1995 Berlin’de yayınlanan kitabı 2. Abdülhamit’e yönelik değerlendirmelerin 60 yıllık bir zaman diliminde nasıl değiştiğini ele alır. Bu çalışma, başlığında ortaya koyduğu gibi 1909 sonrasında oluşan ve erken Cumhuriyet’in mirasçısı olduğu imajını, ilerleyen yıllarda nasıl bir evrim geçirdiğini inceler. Nitekim daha önce de yapılan sağlıklı ve nesnel tespitlerde vardır. (Herri Blowitz)

Osmanlıyı parçalamak için yüz plan. Bu kitap daha sonraki yıllarda yeniden basılmıştır.

Sevr’i dayatan emperyal güçler karşısında yurdun her yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuş, Atatürk büyük bir maharetle Anadolu ve Trakya Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetlerini bir araya getirmiş ve Büyük Millet Meclisi’ni kurmuştur.

Savaşı yürüten bu meclisin hem çeşitliliği ve hem entelektüel kalitesi çok yüksektir.

Çetin tartışma ve mücadelelerin olduğu bir zemin teşkil eder.

Lozan’da da çetin müzakerelerden sonra, Lozan Anlaşmasını 2. Meclis kabul eder.

Yapılan savaşlarda büyük bir taktik gözetilir.

Eskişehir ve Kütahya’da yenilen ordumuz, Sakarya gerisine çekilir. Bu arada ordu tahkim edilir. Yunan ordusu yorgun ve mühimmat bakımından zayıflatılmıştır. Temel prensip Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Sakarya Savaşı’nda Fevzi Paşa bir anıt gibi yükselir.

Atatürk atının sekmesi yüzünden düşmüş, kaburga kemikleri kırılmış, bir süre tedavi olduktan sonra yine karargaha dönmüştür.

Emperyal kuvvetler ilk kez Sakarya’da durdurulmuş, onlara dur denilmiştir. Gidişat ve genel durum ulus devletlere doğru evrilmektedir.

Bu kadro Almanlardan pek hoşnut değildir.

Fransızlara daha yakındır.

1789 Fransız Devrimi ve sonraki düşünürler daha sonraki olabilecekleri çok büyük ölçüde etki altında bırakırlar.

Onur, halkçılık kavramının iyi bilinmesi, insanoğlunun vardığı en ileri yönetin biçimi olan Cumhuriyet verisi Fransız 3. Cumhuriyetten örnek alınmış, İzmir İktisat Kongresi yapılmış, iktisaden kalkınmadan pek bir şeyin yapılamayacağı düşünülmüş, burada özel teşebbüse yer verilmesine karşın, milli bir burjuvazinin olmadığı göz önünde tutularak devletçilik yoluyla kalkınma hedeflenmiştir.

Hemen maarif davasına el atılmış.

Üniversiteler, okullar yolu ve öte yandan Halkevleri dolayısıyla iyi eğitimli bir kuşağın, eğitimli bir toplumun ortaya çıkarılması gözetilmiştir.

Hedef çağdaş bir ulus devlettir.

Ve bu ulus devlet içinde yurttaşlık bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. Bu kolay olmamıştır.

Bizi bu topraklardan kovalamak isteyen emperyal güçlere karşı canını dişine takan bir millet, bize üstünde yaşayacağımız ve daha ileri hedeflere doğru gitmeyi düşündüğümüz bir vatan bırakmıştır.

Şimdi bu gelinen değerler etrafında sımsıkı birleşip, kenetlenip yeni amaçlara yönelmeliyiz.

Bu arada Kurtuluş Savaşı sırasında çok büyük yardımlar aldığımız Sovyet Rusya, İslam Ülkeleri, Hindistan ve büyük bir politik manevra ve atılım ile güney sınırlarımızdan çekilen Fransızlar ve İtalyanlar ile ve özellikle İtalyanlardan aldığımız silah yardımlarını da bir yana bırakmak mümkün değil.

Etrafımızdaki ülkelere bakarsak ülkenin ne kadar büyük temeller üstünde kurulduğunu, monarşilere, meşrutiyetlere oranla ne kadar ilerde olduğumuzu görmek pek zor değil.

Atatürk’ün Russeau’dan etkilendiği söylenir. Hayır bu doğru değildir. Çok büyük ölçüde Durkheim’den, Durkheim’i yurdumuzda seslendiren Ziya Gökalp den esinlenir.

Ve onu hiçbir ideolji içine yerleştirmek mümkün değil. Kendisine bu hususta sorulan bir soruya karşılık verdiği yanıtta: “Biz bize benzeriz” diyor.

Leave A Reply

Your email address will not be published.