THE MAN FROM EARTH: HOLOCENE – BEKLEYİŞİN SONUNDAKİ ZAMAN VE ÖLÜMSÜZLÜK

0

İlk film The Man from Earth 2007’de vizyona girdiğinde, bilimkurgu severleri etkilemeye başlayan, aynı zamanda filozofik derinliğiyle de dikkat çeken nadir yapımlardan biriydi. Jerome Bixby’nin yarattığı, “insanlığın sırrını bilen adam” fikri, izleyiciye çok basit bir hikayenin ötesinde bir düşünsel yolculuğa çıkma fırsatı sundu. The Man from Earth, ölümsüzlük, kimlik ve zamanın anlamı üzerine bir başyapıttı. Ancak on yıl boyunca yeni bir devam filmi hakkında pek fazla haber almadık. Ta ki 2017 yılına kadar… İşte o an, yıllar sonra beklenen film The Man from Earth: Holocene, izleyicinin karşısına çıktı ve o eski heyecanı yeniden uyandırmayı başardı.

Richard Schenkman’ın yönetmenliğinde, orijinal filmin başkahramanı John Oldman’ı tekrar izlemek, tam anlamıyla bir “beklediğimize değdi” anıydı. Bu film, yalnızca geçmişteki düşüncelerin derinliklerine inmekle kalmıyor, aynı zamanda modern dünyadaki insanlık durumunu da sorguluyor. Holocene, zamanın, ölümsüzlükle geçirdiğimiz yılların ve geriye doğru bakıldığında kaybedilen kimliklerin, insanı nasıl şekillendirdiğini keşfetmek için büyük bir fırsattı. Ve bu fırsat, tam anlamıyla bir felsefi yolculuğa dönüştü.

2007’de The Man from Earth vizyona girdiğinde, oldukça basit bir sinema deneyimi sundu. John Oldman (David Lee Smith), insanlık tarihine tanıklık eden ve 14.000 yıl boyunca yaşamını sürdüren bir adamdı. Film, genellikle bir grup üniversite öğrencisiyle John’un hayatının sırlarını paylaştığı bir akşam geçirdiği oturumdan ibaretti. Bir yandan sıradan bir tartışma gibi görünse de, diğer yandan ölümsüzlük, insanlık tarihinin kaybolan anları, insanın varoluşu üzerine kafa karıştırıcı sorular soruyordu. Film, bilim kurgu dünyasında bir dönüm noktası oluşturmuştu. Ve yıllar geçtikçe, The Man from Earth’ün izleyicisi giderek büyüdü.

Aradan geçen onca yıl, aynı konuda bir devam filmi beklentisini iyice arttırmıştı. The Man from Earth: Holocene’in vizyona girmesiyle, filmseverler bir anlamda çok uzun zamandır bekledikleri bir zaman yolculuğuna adım atmış oldular. Fakat bu sefer işin içinde, yalnızca zamanın gizemi değil, zamanın bir noktada sona ermesiyle gelen yaşlanma ve kırılganlık teması vardı. John Oldman, her şeyden önce, ölümsüzlüğünün sonuna gelmiştir. Artık bedeninin eskisi gibi iyileşmediğini, yaşlandığını fark etmektedir. Bu durum, aslında bir erdem ya da belki de bir lanet değil, insanlıkla yüzleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkar.

The Man from Earth: Holocene, izleyiciyi ilk filmdeki gibi derin felsefi sorgulamalara davet etmeye devam ediyor. Ancak bu sefer daha da derinleşiyor. John Oldman’ın (ya da bu filmde artık kullandığı ismiyle John Young) 14.000 yıllık geçmişi, insanlık tarihinin katmanlarını anlamaya çalışan bir hikayeye dönüşüyor. Bu kez yalnızca ölümsüzlük değil, bu ölümsüzlüğün sonlanmak üzere olduğunu fark eden bir adamın içsel yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Zamanın sonunun yaklaştığını hissetmesi, yaşamın en temel sorularını sorgulayan bir figür olarak John’un insanlık durumuyla daha da bütünleşmesine neden oluyor.

John Oldman, binlerce yıl boyunca pek çok kimlikle yaşamış, çok farklı halkların içinde var olmuş bir adamdır. Fakat zaman geçtikçe bu kimliklerin hepsi birbirine karışmış, John’a kendi kimliğini kaybetmiş gibi bir durum yaratmıştır. Bu çelişkilerle yüzleşme, onun derin içsel çatışmalarını daha da karmaşık hale getiriyor. Holocene’in en çarpıcı yönlerinden biri de, ölümsüzlüğün ona verdiği gücün ve zamanın getirdiği yalnızlığın ikisini birden taşıyan bir figürle tanışmamızdır. Filmdeki en önemli temalardan biri de, ölümsüzlük ve zamanın yalnızlıkla olan ilişkisi üzerinedir. Çünkü yıllar süren yaşam, insanın etrafındaki insanlarla bağ kurma yeteneğini zayıflatır. Binlerce yıl boyunca insanları tanımış, onlarla geçici bağlar kurmuş ama sonunda hep kaybetmiş bir adamın duygusal yalnızlıkları filmde güçlü bir şekilde işleniyor. Ölümsüzlük, sadece bir bedensel deneyim değil, kimlik arayışının, insan olmanın evrensel zorluklarıyla yüzleşmektir.

İlk filmde John’un geçmişini sorgulayan öğrenciler vardı. Bu filmde ise, dört öğrencisi daha fazla araştırmaya ve John’un sırrını çözmeye yönelik adımlar atar. Bir noktada, John’un bu sırrı ne kadar derinlemesine saklamak zorunda olduğu sorgulanır. Ayrıca, kariyeri tamamen çökme noktasına gelen Art Jenkins, John’un hikayesi hakkında bir kitap yazdıktan sonra olayın içine dahil olur ve gerçeği ortaya çıkarmak için harekete geçer. Holocene’de, ilk filmde tanıdığımız karakterler daha fazla yer bulur, fakat film aynı zamanda yeni karakterler de tanıtarak zenginleştirilir. Michael Dorn’un canlandırdığı Dr. Gil Parker ve William Katt’in Art Jenkins rolündeki performansları, filme yeni bir boyut katıyor. Bu karakterler, zamanın, hafızanın ve ölümsüzlük üzerine yapılan tartışmaların karmaşıklığını ortaya koyuyor.

The Man from Earth: Holocene’in izleyicilere ulaşmasındaki en dikkat çekici özelliklerden biri, filmin pazarlanması ve dağıtımıdır. Geleneksel sinema salonu gösterimlerinin yanı sıra, “korsan” kanallar ve dijital platformlar, filmin çok daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmasını sağladı. Bu strateji, filmin geniş bir çevrimiçi kitleye hitap etmesini sağladı. Sonuç olarak, film, alternatif bir dağılma biçemi benimseyerek, bilimkurgu severlerin dikkatini çekti ve bazı eleştirmenler için “gizli bir başyapıt” olarak değerlendirilmesine olanak tanıdı.

The Man from Earth: Holocene beklenen ilgiyi görse de, izleyicilerden karışık yorumlar aldı. Filmin, ilk filmdeki derin felsefi ve entelektüel tartışmaları yeterince genişletmediği eleştirisi sıkça dile getirildi. Ancak, yine de film, özellikle bilimkurgu ve felsefe arayışında olan izleyiciler için tatmin edici bir deneyim sunuyor. IMDb’de 5.2 gibi ortalama bir puan alsa da, Holocene izleyicisini düşündürmeye, sorgulatmaya devam ediyor.

The Man from Earth: Holocene, ilk filmdeki felsefi ve insanlık durumunu derinleştiren, zamanın, kimliğin ve ölümsüzlüğün sınırlarında gezinen bir yapım olarak izleyicisinin karşısına çıkıyor. Yıllar sonra gelen bu devam filmi, bir anlamda zamanın ötesine geçmiş bir düşünsel yolculuğa dönüşüyor. Ve belki de, Holocene’in en önemli mesajı, zamanla bir şekilde yüzleşmemiz gerektiği ve insanın varoluşunu anlamak için her geçen saniyenin, her yaşanan olayın ne kadar değerli olduğu üzerine düşündürmesidir.

Leave A Reply

Your email address will not be published.