Bazı sesler vardır, seni ilk duyduğun anda tanıdık bir yerden yakalar. Sanki yıllardır içinden çıkmaya çalışan ama kelimelere dökemediğin o cümleleri fısıldar. Natalie Imbruglia, benim için hep öyle bir sesti. Onu ilk dinlediğimde henüz adını bile doğru telaffuz edemiyordum belki, ama içimde bir yerin yumuşadığını, bir şeylerin değiştiğini fark etmiştim. Yıllar sonra dönüp baktığımda anladım ki, Natalie Imbruglia sadece “Torn”u söyleyen bir kadın değildi. O, iç dünyasıyla barışmaya çalışan herkesin hikâyesini anlatan kırılgan bir kahramandı.
Natalie Jane Imbruglia… Sydney’de doğmuş, İtalyan ve İngiliz kökenlerinin arasında büyümüş bir çocuk. Gencecik yaşta dansa ve sanata yönelmiş. Henüz 16 yaşında okuldan ayrılarak oyunculuğa adım atması bir tercih değil, bir iç sesin çağrısıydı belki de. Sonra geldi Neighbours dizisi, milyonların tanıdığı “Beth Brennan” karakteriyle ekranlara yerleşti. Ama o, başkalarının yazdığı senaryolarda kaybolmayı reddetti. Kendi hikâyesini yazmak istiyordu.
Ve işte o an geldi: Natalie, cesaretini toplayarak İngiltere’ye taşındı. Bu; evinden, alışkanlıklarından, hatta şöhretinden uzaklaşmak demekti. Ama o, tüm bu riskleri alarak hayatını müziğe teslim etti. Çünkü Natalie için sanat, bir performans değil, bir iç döküş şekliydi. Ve bunu ilk kez Left of the Middle ile tüm dünyaya gösterdi.
1997 yılında çıkan ilk albüm, bir ilk albüm olmanın çok ötesindeydi. Ve içindeki “Torn” şarkısı… Kelimelere dökemediğimiz bütün içsel çatışmalarımızı özetleyen, sade ama derin bir eserdi. Şarkının orijinalinin başka bir gruba ait olması hiçbir şeyi değiştirmedi. Çünkü Natalie’nin yorumu, adeta şarkıyı yeniden doğurmuştu.
Onu o siyah beyaz klipte rüzgârlı bir odada, yalnız ve kırgın hâliyle izlerken, kendi iç yalnızlıklarımızı gördük. O, her cümleyi söylerken aslında bizim duymak istemediklerimizi söylüyordu:
“Nothing’s fine, I’m torn…”
Evet, her şey yolunda gibi görünüyordu belki ama aslında içten içe parçalanıyorduk. Natalie bunu biliyordu. Çünkü o da öyle hissediyordu. Ve bu şarkıyla, bir kuşağın sesi hâline geldi.
“Torn” sayesinde gelen ani şöhret, birçok sanatçının dengesini bozabilirdi. Ama Natalie hiçbir zaman ışığın peşinden koşmadı. O hep kendi iç sesinin izinden gitti. Her albümünde başka bir Natalie vardı.
2001’de çıkan White Lilies Island, onun karanlıkla olan dostluğunu gösteriyordu. Daha melankolik, daha derin ve daha kişiseldi. Yüzeyde kalan bir dinleyici için fazla “hüzünlü” olabilir belki, ama kalbiyle dinleyenler bilir: O albüm, Natalie’nin iç yolculuğunun haritasıydı.
2005’teki Counting Down the Days albümüyle yeniden güneşe çıktı. “Shiver” gibi parçalarla içimizdeki umudu hatırlattı. Ardından gelen Glorious: The Singles 97–07, adeta bir zaman kapsülü gibiydi. Natalie’nin 10 yıllık müzik serüvenini sakince selamladığı bir geçiş noktasıydı.
Come to Life (2009), bir deneme cesaretiydi. Coldplay’den Chris Martin’in de dahil olduğu bu albüm, Natalie’nin yaratıcı riskler alabildiğini kanıtladı. Beklenen ticari başarıyı belki getirmedi ama onun müzikal cesaretine hayran kaldık. Ve yıllar sonra gelen Male ve Firebird… Natalie, başkalarının gözünde kaybolmak yerine her defasında yeniden kendini bulmayı seçti.
Natalie yalnızca müzisyen değil, aynı zamanda bir oyuncu. Ama onu gerçek bir sanatçı yapan şey, bu unvanlar değil. O, yaşamın her halini kabul eden ve bunu sanatıyla ifade eden biri. Johnny English gibi gişe filmlerinden, Closed for Winter gibi içsel dramalara kadar farklı rollerin altından başarıyla kalktı. Ama ben en çok kamera dışındaki Natalie’yi sevdim. O depresyonla mücadele eden, kendini yeniden keşfetmeye çalışan, annelik yolculuğuna cesaretle atılan kadını.
2019’da taşıyıcı anne yoluyla dünyaya getirdiği oğlu Max, Natalie’nin hayatındaki yeni dönemin sembolüydü. “Annelik, hayatımın en anlamlı deneyimi” dediğinde, gözlerinde hâlâ genç kızken söylediği şarkıların hüznü vardı ama bu defa başka bir ışıkla beraber…
Natalie Imbruglia hiçbir zaman bağırarak konuşan bir sanatçı olmadı. O, en çok sessiz kaldığında anlattı. Şarkılarının arasında hep bir durak, bir nefes, bir bekleyiş vardır. Çünkü Natalie, boşlukların da anlatacak bir hikâyesi olduğuna inanır.
Bugün “Torn” hâlâ milyonlarca kez dinleniyor. Ama ben onun “Smoke”taki kırılganlığını, “Shiver”daki ürkek umudunu, “Firebird”deki yeniden doğuşunu daha çok seviyorum. Çünkü bu şarkılarla Natalie, sadece bir şarkıcı değil, bir dost oluyor insana. Sessizce gelip yanında oturuyor, hiçbir şey söylemeden “seni anlıyorum” diyor.
Natalie Imbruglia, hayatım boyunca bana en çok eşlik eden seslerden biri oldu. Her şarkısında bir parçamı buldum. Onun müziğinde teselli bulan sadece ben değilim, biliyorum. Ama ben hep şu satırda kaldım:
“There’s nothing where he used to lie, my conversation has run dry…”
O boşluğun nasıl bir his olduğunu bilirim. Ama o boşluğun içinden müzikle çıkmayı Natalie’den öğrendim.
Bu yüzden, onun gibi sanatçılara yalnızca hayran olunmaz. Onlara teşekkür edilir.
İyi ki varsın Natalie. İyi ki bizim sesimiz oldun.