RÜYALARIN GÖLGE ŞEHRİ: GTA LİBERTY CİTY STORIES VE BİZİM HİKÂYEMİZ

0

Bazı oyunlar vardır, sadece ekranın içinde kalmaz. Kalbimize işler, hafızamızda bir yer edinir, zaman geçse de silinmez. Grand Theft Auto: Liberty City Stories işte tam olarak böyle bir oyundu. Hatta daha ötesiydi. Bizim için çocukluktu, kaçıştı, hayal gücünün dijital vücut bulmuş hâliydi. Bugün dönüp baktığımızda, Liberty City’nin puslu sokaklarında sadece Toni Cipriani değil, biz de dolaşıyorduk. Kendi büyüme sancılarımızla, kimliğimizi arayışlarımızla, çocuk ruhumuzla…

Ve şimdi, yıllar sonra… Bir zamanlar elimizde tuttuğumuz o ilk PSP’nin plastik kokusu neredeyse burnumuza kadar gelirken, içimizden bir ses şöyle diyor:
“Bir kez daha dönsek o şehre… Toni’yle yürüyüp bir köşe başında beklesek. Belki o an çocukluğumuzu yakalarız.”

2005 yılıydı. Sokaklar hâlâ çocuk sesleriyle doluydu. Mahallede internet kafe yerine bakkaldan kiralanan CD’ler vardı. Akıllı telefonlar yoktu, dokunmatik ekranlar bir rüyaydı. Ve biz, o yıllarda PlayStation Portable (PSP) diye bir mucizeyle tanıştık.

GTA serisi zaten o dönemler adını çoktan duyurmuştu. Ama Liberty City Stories, sadece bir “yan oyun” değildi. O, GTA III ile tanıdığımız şehrin geçmişine açılan bir zaman makinesiydi. Ve bu zaman makinesi, bizi yalnızca Liberty City’nin sokaklarına değil, kendi çocukluğumuza da götürüyordu.

Liberty City Stories, ekranın arkasındaki kodlardan çok daha fazlasıydı. O, çocukluk odalarımızın karanlığında, okuldan sonra elimize tutuşturulan bir hayaldi. Belki de ilk defa bir oyunun atmosferinde kendimizi bu kadar “gerçek” hissettik.

Toni… Bu ismi söylediğimizde, zihnimizde anında onun serseri yürüyüşü, yüzünde eksik olmayan ciddiyet ve omuzlarındaki yük canlanır. O, bir mafya ailesine bağlılığını kanıtlamaya çalışan, gururu ile görevleri arasında sıkışmış bir adamdı. Ama aynı zamanda bizim büyümemizin dijital yansımasıydı.

Toni’nin öyküsü, Leone ailesine yeniden kabul edilme çabasıyla başlıyordu. Eskiden saygı duyulan bir “askerdi”, ama kayıplardan sonra şehir değişmiş, dostlar düşmana dönüşmüş, güç dengeleri alt üst olmuştu. Toni, adeta terk edilmiş bir geçmişin ağırlığını taşıyordu.

Biz de öyleydik belki. Büyüdükçe çocukluğumuzdan uzaklaşıyorduk. Toni’yi oynarken, onun savaşları aslında bizim içsel çelişkilerimizdi: Ait olmak mı, özgür kalmak mı? Sadakat mi, bireysellik mi?

Toni’nin annesiyle yaşadığı gergin diyaloglar bile bir yönüyle tanıdıktı. Çünkü biz de bazen ailemize karşı suskun ama derin bir isyan besliyorduk. Toni’nin içindeki yalnızlık, bir ekran karakterinden öte, bizim gençliğimizin portresiydi.

O şehir… Liberty City. Bir oyun haritası değildi sadece. Karla kaplı sokakları, gri gökyüzü, isli duvarları ve terk edilmiş limanlarıyla adeta içimizdeki boşluğu temsil ediyordu. Her köşe başı bir anıydı. Her mahalle bir dönemeçti. Oynadıkça şehir bize açılırdı; tıpkı zamanla tanıdıkça insanın kendini açması gibi.

Belki en çok gece saatlerinde sevdik Liberty City’yi. Bir arabaya binip, sadece radyoyu açıp, hiç görev yapmadan sokaklarda dolanmak… O an sadece biz, karakterimiz ve fonda çalan parçalar vardı. İşte orada gerçek dünyadan kopardık kendimizi.

Ve bir şeyi unutmamak gerek: Toni yüzme bilmezdi. Suya düşmek, onun için ölümdü. Belki de en vurucu detaylardan biriydi bu. Çünkü çocukken biz de öyleydik. Bazı şeyleri bilmezdik, bazı yükleri taşıyamazdık. Hayatın bazı tarafları bize ağır gelirdi. Suya düşerdik… ve bazen yeniden başlayamazdık.

Liberty City Stories’in sadece görevleri değil, sesi de etkileyiciydi. Araba radyosunda çalan müzikler, talk show’lar, reklamlar… Her biri oyun dünyasından çok bizim dünyamıza aitti. Hatta bazen sırf radyo dinlemek için saatlerce oyunun içinde boş boş dolaştık. O an, dijital bir karakter değildik; sanki gerçekten oradaydık.

Bu radyo yayınları o kadar absürttü ki gülsek mi, düşündüğümüz şeye mi üzülsek bilemezdik. Ama işte bu karmaşa, GTA’nın ruhuydu. Toplumu alaya alan, siyasi taşlamalarla dolu ama bir o kadar da gerçek bir dünya.

Gece saat on bir… Odadaki ışıklar kapalı, herkes uyumuş. Yorganın altında, PSP’nin ekran ışığı parlıyor. Sessizce görev yapıyorsun ama kalbin hızlı atıyor. Çünkü bu görev zor. Çünkü bu görev seni şehirde başka bir yere götürecek. Ve belki… belki bu gece Toni’yle biraz daha yükseleceksin.

O an sadece bir oyun oynamıyorduk. Kendimize ait bir dünya kuruyorduk. Gerçek dünyada küçük hissettiğimiz ne varsa, o oyunda telafi etmeye çalışıyorduk. Ve bu yüzden Liberty City sadece dijital bir evren değildi; o, bizim gizli dünyamızdı.

Şimdi yıllar geçti. O PSP belki bozuldu, bir çekmecede tozlandı ya da bir başkasına verildi. Ama Toni orada, Liberty City’nin gölgelerinde hâlâ yürüyor. O sokaklar hâlâ puslu, o silah sesleri hâlâ yankılanıyor.

Büyüdük. İşe gittik, üniversite okuduk, hayatın “gerçek” yanlarıyla yüzleştik. Ama o şehirde bıraktığımız çocuk hâlimiz hâlâ orada. Oyun bittiğinde kapanmayan bir hikâye gibi…
Bir gün… Belki eski bir PSP buluruz. Ya da mobil sürümünü indiririz. Oyuna bir kez daha başlarız. Toni sessizce karşımıza çıkar. Şehre döner. Belki “Birlikte yeniden başlıyoruz.” der gibi.
O an kendimize şunu hatırlatırız:

“Bu sadece bir oyun değildi. Bu, çocukluğumuzdu.”
Ve çocukluk, hiçbir zaman tamamen silinmez.
Sadece biraz puslanır… tıpkı Liberty City’nin sokakları gibi.

Leave A Reply

Your email address will not be published.