CLAUDE’UN SESSİZ DÜNYASINDA BİR YOLCULUK: GTA III

0

Bazen bir oyun, yıllar sonra bile içindeki duygularla seni sarar. Oynamaktan yorulmadığın, sabaha kadar başından kalkmadığın, elini yeniden o koltuğa uzatıp tekrar o dünyaya girmenin seni ne kadar heyecanlandıracağını hayal ettiğin oyunlar vardır. İşte Grand Theft Auto III – ya da hepimizin kısaca “GTA III” dediği oyun – tam olarak böyle bir oyun. Çocukluğumuzu tanımlayan, oyun dünyasında yeni bir çağ açan, hayatımıza dokunan bir yapım.

GTA III’ün baş karakteri, Claude, sanırım oyunun en ilginç figürlerinden biri. Neden mi? Çünkü o hiç konuşmuyor. Hiç. Claude’un dilinden tek bir kelime bile duyamıyoruz. Başka oyunlarda, karakterler bize duygularını anlatır, hikayelerini paylaşır, ama burada bu yok. Claude bir sessizlik içerisinde yaşamını sürdürüyor, neşe ya da hüzün yok, sadece bir hedefe odaklanmış bir adam var. Bu sessizlik, hem gizemini hem de oyuncunun ona ne kadar bağlandığını arttırıyor. Çünkü onun hikâyesini, onun ruh halini, tüm duygularını biz belirliyoruz.

Claude’un sessizliğinde bir yansıma buluyorduk. Her birimiz, oyuncular, onun yerine geçiyor, biz de onun hikâyesini kendimize göre şekillendiriyorduk. Sevgilisi Catalina tarafından ihanete uğramış, sokaklarda tek başına kalmış bir adam… Ama bu basit bir intikam hikâyesi değildi. Claude, her şeyin yıkıldığı o an, bizlere yeniden başlama şansını veriyordu. İntikam, sadece dışarıdaki kötülüklere karşı değil, aynı zamanda içimizdeki karanlık taraflara karşı da bir yolculuk oldu.

Ve tabii ki Liberty City… O şehri unutmak mümkün mü? New York’tan esinlenerek tasarlanmış bu devasa kurgusal şehir, bir yandan metropolün acımasız yüzünü, diğer yandan gizemli ve karanlık atmosferini içinde barındırıyordu. Üç ana bölgeden oluşuyordu: Portland, Staunton Island, ve Shoreside Vale. Ama hepsi farklı bir ruh haline sahipti. Portland, kirli, terkedilmiş, soğuk bir işçi bölgesiydi. Staunton Island modern, gelişen bir şehir merkeziydi, bir zamanlar umut vaat eden. Shoreside Vale ise bir yanda sakin, bir yanda yalnız bir banliyöydü. Bu şehirde her köşe başında bir hikâye, her sokakta bir başka hayat gizleniyordu.

Liberty City, büyüleyiciydi ama aynı zamanda rahatsız ediciydi. Gerçek hayatta asla girmeyeceğimiz sokaklarda, sanal bir şehirdeki suçun, yolsuzluğun, hayal kırıklığının içinde kaybolduk. Saatlerce bu şehirde kaybolup, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, sadece sokaklarda yürüdük. Araba kullanmak, radyo açmak, bir mağazadan soygun yapmak… Bazen görevler bile unuttuğumuz, sırf şehri keşfetmek için bile girdiğimiz anlar oluyordu. Çünkü bu şehirde özgürdük, şehri keşfetmek ve kendi yolumuzu çizmek için.

Liberty City’nin her köşesinde bir çete vardı ve bu çetelerle, ister istemez, ilişki kurmak zorunda kalıyorduk. Leone ailesi, Yakuza, Triads, Diablo Çetesi… Hepsi farklı renkleriyle, farklı karakterleriyle bu şehri daha da renklendiriyordu. Her çete, şehirdeki kendi köşesini işgal etmişti ve bizim bu çetelerle olan ilişkimiz, bir anda dostça olabilecekken bir sonraki an düşmanlığa dönüşebiliyordu. Bazen bir çeteyle güçlü bir bağ kuruyor, bir sonraki görevi yerine getirdikten sonra diğer çetelerle savaşa giriyorduk.

Silahlar bir başka meselenin parçasıydı. Tabancalar, pompalı tüfekler, Uzi’ler, roketatarlar… Şehirde hayatta kalmak ve intikam almak için bu silahları birer araç olarak kullanıyorduk. Ancak, daha da büyüleyici olan, bunları kullanırken yaşadığımız kaostu. Şehri terk edilmiş bir savaş alanına dönüştürmek… Polis peşimize düştükçe, wanted level’ımız arttıkça, aynı zamanda eğlence de artıyordu. Her an başımıza gelen çılgın olaylar, bizi bir başka öyküye sürüklüyordu. GTA III, bazen sadece bir oyun değil, hayatın karmaşıklığını ve adaletsizliğini de öğretmişti.

Ama GTA III’ün belki de en unutulmaz parçası radyo istasyonlarıydı. O zamanlar sadece şarkılar değil, o şarkıları dinlerken duyduğumuz radyo programlarının absürtlüğü de bir eğlence kaynağıydı. Chatterbox, her dinleyişte insanı güldüren, garip ama bir o kadar komik bir talk show’dı. Rise FM, en iyi elektronik müzikleri sunar, bizi şehrin kaosunda bile huzurla birleştirirdi. Bir yanda Double Clef FM’de çalan klasik müzik, diğer tarafta Head Radio’dan gelen rock şarkıları… Şehirde gezerken, radyo her an içimizde yankı yapıyordu.

GTA III, aslında sadece bir oyun değildi; o zamanlar oyun dünyasında devrim yaptı. Daha önce karşımıza çıkan GTA’lar kuş bakışı bakılan, izometrik dünyalar sunuyordu. Ama GTA III, açık dünya anlayışını bambaşka bir noktaya taşıdı. Sokaklar, köyler, binalar, her şey bir an gerçekmiş gibi gözlerimizin önündeydi. Tüm şehir, bizim keşfetmemiz, özgürce dolaşmamız, hayalini kurduğumuz her şeyi yapmamız için vardı.

Oyun dünyasına kattığı açık dünya yapısı, çift yönlü ilişkiler ve serbest görevler, bir yandan ilerlemeyi, bir yandan da özgürlüğü keşfetmemizi sağladı. Bundan sonra hiçbir oyun aynı olmayacaktı. Vice City, San Andreas, GTA IV ve GTA V… Tüm bu oyunlar, GTA III’ün temelleri üzerine inşa edilmiştir.

Bugün bir GTA oyunu oynarken, hâlâ içimde o eski heyecanı hissediyorum. GTA III’ün sokaklarında kaybolduğum, sabahın erken saatlerine kadar arabayı sürdüğüm, radyoyu açıp Rise FM’i dinlediğim o günleri hatırlıyorum. Ve biliyorum ki, o zamanlar hissettiğimiz özgürlük duygusu hala bir yerlerde yaşıyor.

GTA III, sadece bir oyun değil; aynı zamanda bizim çocukluğumuzun sessiz, karanlık, ama bir o kadar da özgür dünyasıydı. O şehri her zaman hatırlayacağız. Çünkü Liberty City, sadece bir oyun değil, bizim ilk açık dünya hayalimizdi.

Leave A Reply

Your email address will not be published.