Kars… Türkiye’nin doğusunda, sınırların kıyısında ama kalplerin merkezinde yer alan o eski şehir. Bir uçurumun kenarında oturup geçmişi seyreden yaşlı bir dede gibi, zamanın akışına aldırış etmeden sessizce bekler. Ama bu sessizlik öyle sıradan değildir; içinde savaşların, aşklarin, terk edilişlerin ve yeniden doğuşların yankısını taşır.
Kars’ı sadece haritada bir nokta olarak görenler, bu şehirle asla gerçek bağ kuramaz. Ama yolu buraya düşen ve yüreğini biraz olsun açabilen herkes, Kars’ta bir parçasını bırakır. Ve sonra, her kar yağdığında, içini bir tuhaf sızı kaplar. Çünkü Kars, bir şehir olmanın ötesinde, zamana direnen bir hafıza gibidir.
Kars’ın tarihini anlatmak, aslında insanlığın hikâyesini anlatmak gibidir. Urartulardan günümüze kadar, sayısız uygarlığın izlerini taşıyan bu topraklarda her taş, her harabe, her kemer bir şey söyler insana.
Ermeni Bagratlılar, Kars’ı başkent yaptığında takvimler 10. yüzyılı gösteriyordu. Bu topraklar, o dönemde Hristiyan dünyasının doğudaki gözbebeğiydi. Bugün bile Ani Harabeleri’ni gezen biri, yıkık kiliselerin duvarlarında yankılanan duaları hissedebilir. Ani, sadece bir arkeolojik alan değil; geçmişle bugünün birbirine sarıldığı bir köprüdür.
Sonra Selçuklular geldi, ardından Osmanlılar… Ve bir sabah, Ruslar bu topraklara adım attı. 40 yılı aşkın bir süre, Kars bir Rus şehri oldu. Bugün şehir merkezinde gördüğünüz Baltık mimarisiyle yapılmış taş binalar, o dönemin izleridir. Rus subaylarının konakladığı binalar, konsolosluklar, tiyatrolar… Hepsi bir zamanlar burada yaşamış insanların sessiz tanıklarıdır. Malakanlar – o barışçıl Rus mezhebi mensupları – sütlerini sağdıkları ineklerin adını ezbere söylerken, Kars’ın taş sokaklarında çıngırak sesleri yankılanırdı.
Cumhuriyet kurulduğunda, Kars yeniden Anadolu’nun bir parçası oldu. Ama hiçbir zaman unutulmadı o farklı zamanlar. Belki de bu yüzden bu şehir, ne tam doğulu ne tam batılıdır. Ne sadece geçmişte kalır, ne tamamen geleceğe akar. O hep arada durur. Ve bu “arada” olma hâli, Kars’ı eşsiz kılar.
Soğuğun sarıp sarmaladığı bu şehirde, yemekler yalnızca doymak için değil, ruhu ısıtmak için yapılır. Kars mutfağı, el emeğiyle, sabırla, sevgiyle yoğrulmuştur. Her tarifin arkasında bir hikâye, bir nesilden diğerine geçen sözsüz bir miras vardır.
Kaz etiyle başlayalım… Herkesin dilinde ama yalnızca Karslı’nın yüreğinde yeri olan bir lezzet. Kış mevsiminde, donmadan kesilen kazların temizlenip kurutulması, ardından kendi yağıyla pişirilmesi öyle basit bir yemek değildir. Bu bir ritüeldir. Bahçede asılı kazlar, soba başında anlatılan hikâyelere eşlik eder. Bir tencerede pişen kaz, komşuya tabakla gider; çünkü burada paylaşmak hâlâ bir yaşam biçimidir.
Kars kaşarı ve gravyer peyniri… Bu peynirler, sadece süt ve maya değil; coğrafyanın, iklimin, el becerisinin bileşimidir. 2200 metre rakımda, yaylalarda otlayan ineklerden alınan sütle yapılan bu peynir, mağaralarda yıllandırılırken sabırla yoğrulur. Bugün Avrupa’daki gurme sofralara bile ulaşan bu lezzet, Anadolu’nun doğusundan dünyaya uzanan bir başarı hikâyesidir.
Haşıl, kete, erişte, ayran aşı, pişi, hatta çirişli çörek… Her biri bir kadının elinden çıkmış, bir çocuğun kokusunu içine çekerek büyüdüğü yemeklerdir. Kars’ta mutfak, geçmişle bağ kurmanın yollarından biridir.
Kars’ta mevsimler yalnızca takvime göre değil, yaşanmışlığa göre belirlenir. Kış; beyazın hâkim olduğu, şehrin sessizliğe büründüğü bir dönemdir. Kar altında kalan taş binalar, bir masal diyarını andırır. Ama bu sadece estetik bir güzellik değildir. Kars kışı, sabırdır, dirençtir, içe dönüştür. Sıcak bir soba başında edilen sohbetler, uzun gecelerde anlatılan eski hikâyeler bu mevsimde can bulur.
İlkbahar, adeta bir yeniden doğuştur. Karların eridiği günlerde suyun sesiyle uyanırsınız. Sarıkamış ormanlarında çiçekler açar, yaylalar uyanır, inekler kuzular sevinçle dağlara koşar.
Yaz, kısa ama neşelidir. Geceleri serin, gündüzleri ılıktır. Düğünler bu mevsimde yapılır. Karslı gençler yaz akşamlarında saz çalar, halay çeker. Gökyüzü açıktır, yıldızlar yere daha yakındır sanki.
Sonbahar ise biraz hüzün, biraz vedadır. Ağaçlar sararır, doğa yavaş yavaş sessizliğe bürünür. Ama o kısa sonbahar, fotoğrafçılar için bir cennettir.
Kars, edebiyata doğuştan aşinadır. Orhan Pamuk’un Kar romanı, bu şehrin kar altındaki ruhunu yansıtmak için yazılmış en güzel anlatılardan biridir. Roman kahramanı Ka’nın gözünden Kars’a bakarken, onun sokaklarında yürürken, biz de aslında kendi içimize doğru yürürüz. Bu şehir, insanı yalnızlaştırmaz; kendiyle tanıştırır.
Kars’ta küçük tiyatro salonları, üniversite festivalleri, halk konserleri vardır. Genç sanatçılar, taş duvarlar arasında sergi açar. Tüm imkânsızlıklara rağmen, sanat burada bir direnç biçimidir. Ressamlar, yazarlar, müzisyenler… Hepsi bu topraklardan ilham alır. Çünkü Kars, sessizliğiyle yaratıcı ruhu besler.
Kars’ta komşuluk, sadece selamla değil, çorbayla başlar. Kimsenin aç kalmasına, yalnız uyumasına gönül razı olmaz. Bayramlarda çocuklar hâlâ kapı kapı gezer, kadınlar geleneksel kıyafetleriyle kına gecesi yapar. Düğünler, davullu zurnalı, uzun halaylıdır. Yaslar ise sessiz, ama bir o kadar da kalabalıktır.
Aşıklar diyarıdır bu şehir. Sazını eline alan bir âşık, sevdayı, hasreti, ayrılığı dile getirir. Sözle tedavi eder kalpleri. Çünkü Kars’ta anlatmak, bir tür iyileşmedir.
Kars, herkesin hikâyesinde başka bir yerde durur. Kimisi için ilk aşkın şehridir, kimisi için vatan. Kimisi üniversiteyle tanımıştır bu toprakları, kimisi bir tren biletiyle. Ama şurası kesin: Kars’a bir kez gelen, bir daha aynı kişi olarak dönmez.
Gelin, bu şehri sadece bir turistik rota değil, bir ruh hali olarak görün. Her bir sokağında geçmişten bir yankı, her lokmasında bir tarih, her bakışta bir hikâye vardır. Kars, zamana direnen şehirlerin en güzeli, en sessizi, en derinidir.
Ve belki de bu yüzden, bir gün hepimiz o karla kaplı tren raylarında kendimizi bulacağız… Çünkü Kars, sadece bir şehir değil; bazen bir iç hesaplaşma, bazen bir sığınak, bazen de bir başlangıçtır.