BİR ŞEHRİ SEVMEK: ADI İZMİR

0

Bir şehir düşünün… Sabahları tuz kokar, akşamları rakı-balık sohbeti gibi uzayıp gider. Denizi, yürürken omzunuza yaslanır, rüzgârı kulağınıza eski bir şarkı fısıldar. O şehir İzmir. Sadece doğup büyüdüğüm yer değil; düşlerimin, anılarımın, özlemlerimin başladığı ve bitmediği yer. İzmir benim için bir şehirden fazlası. Bir kimlik. Bir ses. Bir koku. Bir duruş.

İzmir’i anlatmak kolay değildir aslında. Çünkü İzmir, sadece sokaklardan, meydanlardan ya da binalardan ibaret değildir. İzmir, bir tavırdır. Herkesin kolay kolay anlayamadığı bir zarafet, bir özgürlük arayışıdır. Ve ben, her defasında bu şehre dönünce nefes aldığımı hissederim. Çünkü İzmir, insanın kendisi gibi olmasına izin veren ender şehirlerden biridir.

İzmir’in tarihini düşününce gözümde hemen Agora canlanır. Taşlara dokunurken yüzlerce yıl öncesinden gelen bir fısıltı duyarsınız. Roma’nın ihtişamını, Bizans’ın zarafetini, Osmanlı’nın izlerini hissedersiniz. Ve daha derine indiğinizde, antik bir uygarlığın kalıntılarında Smyrna’nın kendine has ruhu sizi sarar.

Ben her İzmir yolculuğumda ilk iş Kadifekale’ye çıkarım. O yüksek tepeden şehri izlerken, geçmişle bugün arasında bir köprü kurarım. Aşağıda modern İzmir cıvıl cıvıl yaşarken, ben kalenin taşlarında zamanın izini sürerim.

9 Eylül 1922’yi düşünmeden geçemem. Bu şehir, sadece deniz kenarında kahve içilen bir yer değil, aynı zamanda direnişin ve yeniden doğuşun sembolüdür. İzmir’in sokaklarında dolaşırken Cumhuriyet’in kokusunu alırsınız; kadınların gülüşünde, gençlerin özgürce yürüyüşünde, yaşlıların gururla anlattığı anılarda…

İzmir’de gelenek başka bir şekildedir. Gösteriş yoktur, abartı yoktur. Ne varsa içtendir. Bir düğüne gidersiniz, gelin çiçekli duvağıyla zeybek oynar. Yanında babası gözyaşlarını saklamaya çalışır. Bir köy kahvesine oturursunuz, yaşlı bir amca gelip size “evladım bir de bizim zamanımızda” diye başlar anlatmaya… O anlatırken zaman durur, çayınız soğur ama siz usulca dinlersiniz.
İzmir’in görenekleri, insanların içtenliğinde yaşar. Bayram sabahları hâlâ büyüklerin eli öpülür, askere gidenin arkasından su dökülür, yeni doğan bir bebek için “hoş geldi, uğur getirdi” diye nazarlıklar takılır.

Ve belki de en çok sevdiğim: İzmir’de kimse kimseye yüksekten bakmaz. Kadınlar sokakta rahat yürür, insanlar birbirini olduğu gibi kabul eder. Herkesin kendine ait bir hikâyesi vardır; ve bu şehir, o hikâyeleri yargılamadan dinler.

İzmir deyince yemeği atlamak olur mu hiç? Bu şehirde yemek yemek bir ihtiyaç değil, bir ritüeldir. Sabahları boyoz ve gevrek ile güne başlanır. Yanına da elbette demli bir çay… Bazıları “simit” der ama biz İzmirliyiz, o gevrektir! 🙂

Öğleye doğru söğüşçüler başlar iş yapmaya. Dana dili, yanak eti, beyin… Kulağa ilginç geliyor olabilir ama bu lezzeti bir kez tadan, bir daha unutamaz. Midye dolma, sahilde yürürken ayaküstü yenen en güzel Ege atıştırmalığıdır.

Ve tabii akşam sofraları… Zeytinyağlı enginar, kabak çiçeği dolması, fava, deniz börülcesi… Hepsi bir masaya gelir, ortada paylaşılır. Herkes yer, herkes güler. Çünkü İzmir’de yemek yalnızca karın doyurmaz; insanı da doyurur, kalbi de.

İzmir’i seven biri olmak ve orada sabah gözünü açar açmaz gökyüzüne bakıp “iyi ki buradayım” demektir. İnadına umutlu olmaktır. Denizi sevmek, rüzgârla barışık yaşamaktır. Göztepe-Karşıyaka rekabetiyle gülüp eğlenmektir. Biraz serin, biraz asi, biraz hüzünlü ama her zaman kendin gibi…

İzmir’de yaşamak demek, bir yanıyla geçmişi saygıyla anarken diğer yanıyla geleceğe umutla bakmak demektir. Ve her sokağında, her taşında, her çocuğun kahkahasında bu şehrin ruhunu hissedersiniz.

Eğer bir gün İzmir’e yolunuz düşerse; Konak Meydanı’nda bir çay içmeyi, Kemeraltı’nda kaybolmayı, Alsancak’ta kitapçılara uğramayı ve Göztepe iskelesinden denize bakmayı unutmayın. Bu şehir sizi kucaklar. Sorgulamaz. Yormaz. Sadece “gel, dinlen” der…

Ve belki o zaman siz de şu cümleyi kurarsınız:
“İzmir diye bir şehir var kalbimde…”

Leave A Reply

Your email address will not be published.