İŞTE O SES ALİ İHSAN BOZDEMİR

0

İşte o ses röportajları tüm hızıyla devam ediyor. Siz değerli okuyucularımız için Türkiye’nin en değerli seslendirme sanatçılarıyla röportajlar yapmaya devam ediyoruz. Bu hafta seslendirme sanatçısı ve tiyatro oyucusu olan sevgili Ali İhsan Bozdemir ile harika bir röportaj yaptık. Duayen isimlerden bir tanesi olan Ali İhsan Bozdemir eşsiz hayat hikayesini ve merak ettiğiniz soruların cevaplarını yanıtladı. Röportajımıza geçmeden önce bizleri ağırlayan Groteks Menejerliğe ve katkılarından dolayı sevgili Doğan Çetin Sizer ve Emre Boynukalın’a İznik Gazetesi ekibi olarak teşekkür ederiz.

 

Nasıl başladınız tiyatro sektörüne?

 

Benim okuduğum okulda öğretmenim tiyatro oyuncusuydu. Yani ortaokul 1’e başladığım zamandı. Bir Zafer Diper Tiyatrosu’nda hocaydı. Oyunlara götürmek istiyordu bizi. Biz de tamam diyorduk. O dönem oyunlara gitmeden babam yaz mevsimine denk geldiğinde hayatı öğreneyim diye ayakkabı boyası sandığı alırdı bana. O arada gezerken tesadüfen bir tiyatro gişesi gördüm, bir pasaj Üsküdar Doğancılar’ da. Gişede bir abla oturuyordu. Onu gördüm. Dedim ki “Abla ayakkabını boyayım mı? Yalnız oyuna gitmek istiyorum.” Dedim. İlk serüvenim bir oyunu izleyerek başladı. Sonra oyun bittikten sonra oradaki tiyatro hocama “Ben oyuncu olmak istiyorum” dedim.

 

İlginizi cezbeden neydi?

 

İlkokuldayken, ortaokuldayken de bana hep komik çocuk derlerdi. Düğün salonu komiklikleri yapardım ben. Yani çocukların yaptığı şeyler. O dönem komik geliyordu millete. İlk sevdam o oldu. Ama ben oyunculuğu “Düğün salonunda komiklik, taklit” diye düşünüyordum. Ben oyunculuğun bu kadar büyük, bu kadar kapsamlı olduğunu bilseydim oyunculuğa başlamazdım. Yani ilk tiyatro sevdam böyle başladı diyebilirim.

 

İlk oynadığınız oyunu hatırlıyor musunuz? Nasıl bir duyguydu?

 

İlk “Nasrettin Hoca” diye bir oyuna girdik. Orada hoca bizi sadece bağıran köylüleri oynattı. 9 tane amatör genç arkadaşım var. Hatta iki tanesi şu an devlet tiyatrolarının çok büyük ustaları. Bir tanesi genel sanat yönetmeni oldu. O isimlerle birlikte figürasyon oynadık. Tiyatroda figürasyon olmaz, küçük bir rol olur. Biz orada sadece köylüydük. Ama Zafer Diper o kadar büyük değer ki selama sokmadı bizi. Yani oynuyoruz sadece hareketimiz şu: “Vaaah” diyoruz, korkuyoruz ve bitiyor sahnemiz. Çünkü hocam tiyatroya önem veriyordu. Diyordu ki: “Oyuncu emek verecek” Yani o zaman çok değerli biliniyordu sanat, oyunculuk. Şimdi ben ne kadar konuşursam konuşayım sizin çağınızın gençleri anlamaz bunu. Bizde mesela hocaya karşı saygısızlık yapmak, espri yapmak, gülmek olmazdı. Çok önemliydi, ustalara inanılmaz saygı gösterilirdi. O yüzden Zafer Diper’e, tiyatroya, sanata çok değer verilir. Selama 7-8 ay sonraki annem-babam geldi “Ne olur çıkayım selam vereyim. Çok büyük bir marifet değil belki ama” dedim “Yok, annen veya babanı ilgilendirmiyor selam yok.” Dedi.

Sonra “Cüce” diye bir oyunu oynattı. Orada kadını oynadım. Ben o zaman Ümraniye’nin gecekondularında yaşayan bir çocuktum ve 11-12 yaşındaydım. Zafer Abi benim sanata, oyunculuğa verdiğim kıymeti çok gözünde büyütür. O zaman Ümraniye’den Üsküdar’a çok minibüs, araba falan gelmezdi. Benim oturduğum yer de Kazım Karabekir Mahallesi. Bu yüzden çok yürürdüm. Bu yürümemde, bu işe verdiğim emekten dolayı çok gururlanıp bir oyun koymak istedi. Bir gecekondu çocuğunun küçük köyüne elektrik getirme sevdasıyla mahallesindeki kız arkadaşını kandırıp, gidip elektrik idaresinden de yalvarıp oradaki kabloyu evine elektrik bağlamasıyla ilgili bir hikayedir.

Ben annenin, babanın doğulu olduğu bir ailenin çocuğuyum. Kürtçe bilmem ama öyle söylüyorum. Diksiyon hiç düzelmedi o dönemler. Ne kadar eğitim alırsam alayım; eve gidiyorsun annen, baban doğu şivesiyle konuşuyor. Ama 13-14 yaşında karar verdim. Anneme, babama Türkçemi düzelteceğimi söyledim. O günden itibaren hayatım daha da değişti Zafer Diper’in verdiği o rollerden sonra. O dönemlerde tiyatroda komiklik yapmak ayıptı, yapılmazdı, saygısızlıktı.

Ama ben bir Gazanfer Özcan ve Nejat Uygur delisiyim. Hala söylüyorum sanatta bazı şeyleri belli bir yaşta insanlar, çok güldüremezler. Gençler güldürür de biz yaşlı insanlara çok gülmeyiz değil mi? Düşünün o dönemin adamı 85 yaşında bir Nejat Uygur “Kır Belini Ali Dayı” diye bir oyun oynuyor. Oradaki bir sahneyi canlandırıyor. Ben hep “Bu adamın oynadığı rolü kime oynayamaz” derdim. O yüzden ben çok yerli adamlarla çalıştım.

 

Tiyatro sektörünün gidişatını nasıl görüyorsunuz?

 

Bu soru şu an da sorulacak belki de 300 yıl sonra da sorulacak. Hiç değişmeyecek. Benim yaşlarımdaki insanlar hep şunu söyleyecek: “Eskiden daha iyiydi.” Her çağın kendisine göre iyilikleri var. O dönem televizyon yok, radyo var. Televizyon var, insanlar tiyatroya gelmiyor. O dönemlerde sanat, tiyatro bitiyor mu dedik, bitmedi. Tiyatro hiçbir zaman bitmez. Çünkü tiyatro birebir yapılan bir iş olduğu ve insanların canlı izlediği bir iş olduğu için ölmeyecek. Azalır evet ama neye göre azalır? Nüfusa göre mi? Eskiden çok entelektüel insan kitlesi vardı. Şu an öyle mi? Hayat çok değişti. Tiyatro lüks değil. 41- 42 senedir bu meslekteyim utandığım bir şey var. Çok yakın dostlarım olmasına rağmen üç veya dört defa bale, opera izledim. Bir aktör olarak çok izlemem lazım. Tiyatro oyuncusu olup hayatında hiç operaya gitmemiş çok dostum var. Bizim mesleğin dalı aslında. Televizyon işi nasıl oyunculuğun bir parçasıysa bu da aynı.

 

Bu işe yeni başlamış genç arkadaşlar için ne söylemek istersiniz? Herkes tiyatro oyuncusu olabilir mi?

 

Herkes oyuncu olur. Herkes iyi oyuncu olur mu o başka bir şey. Herkes bir rolü oynayabilir. Ama mesleki anlamda oyunculuk çok farklı bir iş. Bir, dil çok önemli. İyi oyuncu ülkenin dilini en iyi konuşandır. Çok kitap okumak zorundalar.  Bir kere entelektüellik yaşamına bir şeyler katmak, birikimlerini çoğaltmak, dili genişletmek, dünya edebiyatı bilmek çok önemlidir. Hayatı sevmek, insanlar içinde yaşamak çok önemli diyebilirim.

 

Seslendirme sektörüne yerli piyasasıyla mı başladınız?

 

Evet. 1994-95 galiba kasetten sonra cd dönemi de bitti normal televizyon işleri başladığında ben başladım. Yerliyi yaparken de Ali Gül diye bir arkadaşım var şu an çok kıymetli bir ustadır, onun gibi dostlarla başladım. Yerli çok zor. Hiç bilmeyen adamı da orijinale sokuyorsun. Tonlamasından, vurgusundan, sesini doğru kullanıp kullanamamasından, parlatmadan, Amerikan tarzı konuşmalarından anlıyorsun. Ama yerlide bunu yapamazsın. Yerlide tamamıyla doğal olmak zorundasın ki olmazsan karaktere yansımıyor. Mesela Sezai Aydın, Sungun Babacan gibi orijinalin en büyük isimleri yerlide tutunamadılar. Dış ses oldular ama bir ana karakteri konuşunca olmamış. Bu meslekte orijinalde ve yerlide çok büyük isimler vardı. Sungun abi, Sezai abi, Murat Şen, Ali Gül, Funda Oskay. Gençlerden de çok kıymetli çocuklar var. Doğan ile Emre şu 5 yılda yaptığı dublajı bir gün oturup izleyecekler mi? Direkt şunu yapacaklar “Kapat abi kapat!” Neden biliyor musunuz? İlk olarak içteki o dünya oturmamış olacak. Şu an kendilerine göre iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlar. Ama o zaman bunlar çok amatör gelecek. 3 sene evvel sinema veya televizyon dizisinde oynadığın karakteri çok kötü oynamışım dediğin zamanlar çıkıyor. Çünkü o günden bugüne arasında fark var. Arabalar nasıl gidiyorsa dünya da öyle gidiyor ve hayat devam ediyor. Gittikçe algıların daha da genişliyor. En iyi, Amerika’da bunu keşfetmişler. 50 yaşından sonra aktörlük, aktrislik mesleği daha oturan, daha ayakları üstüne basan, rol yapmayan adamlardan oluşuyor. Sebebi ise iyi öğrenmeye başlamışsın. Artık meslekte sen uğraşmıyorsun. Çünkü meslekte o kadar başarılısın ve profesyonelsin ki. Mesela Haluk Bilginer benim yıllar evvel hayranı olduğum adam. Adam aktör ya. Şener Şen, Metin Akpınar… Çok önemli adamlar yani yaş çok önemli. Dediğim gibi 3 gün evvel yaptığın kaydı 3 gün sonra diyorsun ki çok iyi değil. Çocuklar seslerini, tınılarını, vurgularını beğenmeyecekler. Çünkü gittikçe daha çok tecrübe ediyorsun. Ben mesela kendi sesimi duyduğumda kızarım kendime. Çünkü ben çok önemli bir aktörü seslendiriyordum, taklit ediyordum. Çünkü benim meslekteki en büyük başarım taklitle başladı. Amacım şuydu o adamın sesiyle var olabilirsem belki diye düşündüm. Erkan Esenboğa, Türkiye’nin bana göre seslendirme yönetmenlerinin arasında en ulvisi bizim için. O adam kayıt yaparken durdurdu kaydı “sen ne yapıyorsun” dedi. Ama çok büyük, kilolu ve uzun boylu bir adamdı. “Konuşmaya çalışıyorum” dedim. Ona “Allah Baba” diyorduk biz. Mesleğinin Allah’ıydı diyebilirim. “Sen niye böyle sesini kullanıyorsun” dedi. Sonra şunu anladım ki adam doğal konuş diyor. Çiçekçiyi konuşmuştum, ilk dublajım oydu benim ve şöyle konuştum: “Size çiçek geldi efendim!”  Dublaja yerli piyasası ile başladım.

Ben hep mesleğimde öğrencilerim de bilir; büyüklerime, mesleğin içindeki dostlarıma çok saygı duyan bir adamım. Ben arkadaşlarımı arardım, televizyonda duyduğumda onlara telefon açar başarılıysa başarılısın derdim. Şimdi bizim meslekte bunlar yok tabii. İnsanlar kıskançtır. Orijinalde de yerlide de birbirlerini yerler. Bu mesleği kim yapıyorsa, kim nefesini harcıyorsa, kim ses veriyorsa bana göre kıymetlidir. Kimseyi küçümseyemezsin, kolay bir iş değil çünkü.

 

Seslendirme sektörünün son zamanlardaki gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Ben şu an reklam konuştuğum için ve orijinal piyasayı pek bilmediğim için bu soruyu cevaplayamayacağım. Ama çocukların anlattıkları kadar Allahtan bir sendikalaşma hikayesi var. Ondan dolayı biraz daha düzeldi diyebilirim. Bizim zamanımızda daha iyiydi.

 

Leave A Reply

Your email address will not be published.