Bir şehri anlatmak bazen sadece kelimelerle mümkün olmaz. Bazı şehirler vardır; onları anlamak için taşlarına dokunmak, rüzgârını yüzünde hissetmek, sokaklarında yankılanan dilleri duymak gerekir. Mardin, işte böyle şehirlerden biridir. Mezopotamya ovasına bakan o taş yamaçlarda, insan sadece bir şehirde gezdiğini değil; tarihin bizzat içinde yürüdüğünü hisseder.
Mardin’in geçmişi, insanlık tarihinin en eski satırlarına kadar uzanır. MÖ 4000’lere dek giden izler bize gösteriyor ki burası sadece bir şehir değil; adeta insanlığın yürüyüşüne tanıklık etmiş bir taş hafıza. Sümerlerin, Asurluların, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların ve nihayet Artukluların gölgesi bu topraklardan hiç eksik olmamış. Her uygarlık buraya kendi izini bırakmış ama Mardin hiçbir zaman ruhunu kaybetmemiş.
Bir gün Zinciriye Medresesi’nin terasından Mezopotamya’ya baktığınızda, gözünüzün önünden bu tarihî katmanlar bir film şeridi gibi geçer. Önce Roma lejyonlarının ayak seslerini duyarsınız; sonra Artuklu taş ustalarının ince ince işlediği motiflere dalarsınız. Biraz dikkat kesilince manastırlardan yükselen dualar ile camilerden gelen ezanlar birbirine karışır. Bu şehir, yüzyıllardır farklı inançların, kültürlerin, dillerin yan yana, taş taş üstüne var olduğu bir yaşam alanı olmuştur.
Ve belki de Mardin’i Mardin yapan tam da budur: Farklılıkların birbirine köprü olduğu bir şehir…
Mardin’in sokaklarına adım atan herkesin ilk fark ettiği şey, taşın dili olur. Sarı-kahverengi kalker taşından yapılan evler, gün doğumunda altın gibi parlar, akşam güneşinde ise kızıllığa bürünür. Sokaklar dar, evler teraslıdır. Bazen bir kapının önünden geçerken taş duvarların arasından sizi selamlayan yaşlı bir teyze görürsünüz; elinde kahvesiyle.
Şehrin doğası da tıpkı taşları gibi şiirseldir. Bir yanda uçsuz bucaksız Mezopotamya ovası, diğer yanda Mardin’in etrafını saran dağlık alanlar… İlkbaharda badem ağaçları çiçek açar, rüzgâr ovadan yükselirken tarihî surlara dokunur. Akşamüzeri ovaya çöken sis, insana sanki bir rüyanın içindeymiş gibi hissettirir.
Dara Antik Kenti’ni gezerken Roma’nın görkemini hissedersiniz. Mor Hananyo Manastırı’nda ise taşların arasında yankılanan dualar size bin beş yüz yıllık bir dinginliği taşır. Kasımiye Medresesi’nde avlunun tam ortasında şırıldayan su sesi, hayatın akıp gittiğini fısıldar.
Mardin’in doğası ve taşları, insana sabrı ve zamanı öğreten birer öğretmen gibidir. Burada acele yoktur, her şeyin bir vakti vardır.
Mardin’in tarihî ve mimarî dokusu kadar mutfağı da bir masaldır. Çünkü burada yemek sadece karın doyurmak için değil, kültürün bir parçası, kimliğin bir yansımasıdır.
Mardin mutfağında ilk dikkat çeken şey baharatlardır. Kimyon, kişniş, karabiber, sumak… Hepsi sofranın olmazsa olmazıdır. Daha kapıdan girerken duyduğunuz kokular, sizi tarihin derinliklerinden gelen bir sofra kültürüne davet eder.
Kaburga Dolması, belki de şehrin en ünlü yemeğidir. İç pilavla doldurulmuş kaburga, saatler süren pişirme sonunda sofraya geldiğinde hem göze hem damağa hitap eder. Bir düğün yemeği olarak bilinse de bugün Mardin’de misafire verilen en büyük ikramlardan biridir.
İçli köfte, incecik bulgur hamurunun içine kıymalı harçla doldurulup nar gibi kızartıldığı haliyle bambaşkadır. İkbebet, sembusek, harire tatlısı ve daha nice lezzet… Her biri bu toprakların çok kültürlü yapısının mutfağa yansımasıdır. Süryani şarapları, Arap kahvesi ve Kürt tandır ekmeği aynı sofrada buluşur.
Bir de sabah kahvaltılarından söz etmeden olmaz. Zeytinler, çökelekler, pekmezler ve tandır ekmeği eşliğinde içilen o mis gibi çay… İşte Mardin’de sabah, böyle başlar.
Mardin, farklı halkların, farklı inançların birlikte yaşadığı bir şehirdir. Bir sokakta camiden ezan yükselirken diğer sokakta kiliseden çan sesini duyabilirsiniz. Manastırların taş duvarlarında yankılanan Aramice dualar, size insanlığın ortak sesini hatırlatır.
Bu şehir bize şunu öğretir: Farklılıklar kavga nedeni değil, zenginlik sebebidir. Belki de dünyaya en çok lazım olan ders, Mardin’in taş sokaklarında gizlidir.
Son yıllarda Mardin turizmle daha da parladı. Restorasyon çalışmaları, butik oteller, sanat festivalleri… Fakat bütün bu yeniliklerin içinde şehir hâlâ aynı kalıyor: Tarihî, doğasıyla büyüleyici, mutfağıyla cezbedici, insanıyla samimi.
Bir gün yolunuz düşerse, acele etmeyin. Taş sokaklarda yavaş yavaş yürüyün, Mezopotamya ovasına dalıp gidin, bir kahvehaneye oturup dibek kahvesi için. Sonra kaburga dolmasının kokusunu takip edin, bir evin avlusunda misafir olun. İşte o zaman anlayacaksınız ki, Mardin bir şehir değil; yaşayan bir masal.
Mardin, bize zamanı, sabrı ve birlikte yaşamanın güzelliğini öğreten bir şehir. Taş evlerin gölgesinde dolaşırken, geçmişin fısıltıları kulağınıza çalınır. Baharat kokuları burnunuza gelir, Mezopotamya ovası gözlerinizin önünde uzanır. Ve siz o an fark edersiniz: Bu şehir, sadece gezilecek bir yer değil; kalbinizde taşınacak bir hatıradır.