Anadolu haritasına şöyle bir bakarsanız, gözünüzün tam ortasında bir şehir durur: sessiz, mütevazı, ama kökleri derin… İşte orası Niğde’dir.
Burası, bir kentin ötesindedir; geçmişle bugünün, dağlarla vadilerin, hikâyelerle insanlığın buluştuğu yerdir. Her taşı bir tarih, her sokağı bir masal, her yüzü bir hikâye taşır. Niğde, İç Anadolu’nun göğsünde saklı bir mücevher gibidir; parıltısını bağırmaz ama göreni büyüler.
Niğde’nin geçmişine bakınca, insan ister istemez “Zaman burada farklı akıyor” der. Çünkü bu şehir, yalnızca bir yerleşim yeri değil; tarihin yaşayan bir arşivi gibidir.
Köşk Höyük kazıları gösteriyor ki, Niğde’nin topraklarında Neolitik Çağ’dan bu yana yaşam vardı. İnsanlık burada toprağı işlemeyi, evi yapmayı, inancı sembollerle anlatmayı öğrendi.
Sonra Hititler geldi; Tanrıça heykellerini diktikleri tapınakların gölgesinde bu dağlar yankılandı. Ardından Frigler, Persler, Romalılar ve Bizanslılar… Her biri Niğde’ye bir renk, bir iz bıraktı.
Ama asıl hikâye, Selçukluların gelişiyle başladı. 12. yüzyılın başlarında Niğde, Anadolu’nun kalbinde bir kültür başkenti hâline geldi. Alaaddin Camii’nin taş işlemeleri, Sungur Bey Camii’nin kubbesi, Niğde Kalesi’nin burçları… Hepsi o dönemden kalma zarif birer mektup gibi durur.
Kale burcundaki saat kulesi ise, zamanı sessizce ölçer ama aslında tarih boyunca değişmeyen tek şeyin “Niğde’nin asaleti” olduğunu hatırlatır.
Ve güneye indiğinizde, bir başka büyü başlar: Tyana Antik Kenti (bugünkü Kemerhisar). Roma döneminin görkemi burada hâlâ ayaktadır. Sütunlu caddelerde yürürken bir zamanlar gladyatörlerin dövüştüğü, filozofların konuştuğu, imparatorların geçtiği o taş yollara dokunursunuz. Her bir taş, size “Ben buradaydım” der.
Niğde, yalnızca tarih kokmaz; aynı zamanda doğanın şiirini de taşır.
Şehrin kuzeyinde yükselen Aladağlar, gökyüzüne uzanmış bir dua gibidir. Türkiye’nin en yüksek zirvelerinden Demirkazık Tepesi, dağcıların rüyasıdır. Sabahın erken saatlerinde o dağların arasından doğan güneş, vadilere altın bir ışık saçar. Her nefes, tertemiz; her adım, huzur doludur.
Aladağlar Milli Parkı, yalnızca dağcılar için değil, doğaseverler için de bir cennettir. Yaban keçileri, kartallar, endemik bitkiler… Hepsi burada, sanki insan eli değmemiş bir dünyada yaşıyor gibidir.
Ve güneyde, Bolkar Dağları yükselir. İçinde saklı Karagöl ve Çinigöl, Niğde’nin efsanelerine konu olmuştur. Söylentilere göre, bu göllerin sularına bakan biri, kalbinin sesini duyar.
Melendiz Dağı ise volkanik geçmişiyle bu coğrafyanın en eski tanığıdır. Onun eteklerinde yer alan Göllüdağ ve Köşk Höyük, doğayla tarihin aynı nefeste buluştuğu yerlerdir.
Niğde’de rüzgâr bile farklı eser. Yazın sıcağı yakmaz, kışın soğuğu öğretir. Geceleri yıldızlar o kadar yakındır ki, elini uzatsan birini tutacakmışsın gibi hissedersin.
Niğde’yi tanımak istiyorsanız, onun mutfağını tatmadan olmaz.
Niğde mutfağı, Anadolu’nun kalbinden gelen lezzetleriyle insanı hem doyurur hem duygulandırır.
Niğde Tavası, adeta bir şölen yemeğidir. Taş fırında ağır ağır pişen etin, patatesle, domatesle birleştiği o muhteşem uyum, çocukluğunuzun kokusunu hatırlatır.
Etli Arabaşı çorbası, soğuk kış gecelerinde sofraların vazgeçilmezidir. Her yudumda dostluk, her kaşıkta bir sıcaklık gizlidir.
Ve tabii ki Niğde Gazozu… Sadece bir içecek değildir; geçmişten bugüne uzanan bir nostaljidir. O ilk yudumda çocukluk yazlarını, köy kahvelerini, bayram sofralarını hatırlarsınız.
Tatlıya geldiğinde ise Kaymaklı Dolama, Niğde’nin zarafetini temsil eder. İncecik hamur, kaymak, ceviz… Her katında bir Anadolu inceliği vardır.
Niğde insanı, tıpkı şehrin kendisi gibi sade ama derindir.
Sokakta yürürken birinin size “Hoş geldin” demesi için tanış olmanıza gerek yoktur. Çünkü burada misafir, sadece ağırlanmaz; “kabul edilir”.
El sanatları hâlâ yaşatılır: kilim dokuyan kadınlar, bakır işleyen ustalar, çömlek yapan yaşlı eller… Hepsi, geçmişin bugüne uzanan mirasıdır.
Niğde’nin genç yüzü ise Ömer Halisdemir Üniversitesi’dir. Üniversite, şehre modern bir soluk, dinamik bir yaşam getirmiştir. Kütüphanelerde ders çalışan gençlerle, pazarda elma satan yaşlı amcaların aynı caddede buluştuğu o samimi tablo, Niğde’nin ruhunu en iyi anlatan sahnedir.
Yıl içinde düzenlenen Niğde Festivali ve Aladağlar Dağcılık Şenlikleri, bu şehirde hem kültürün hem doğanın kutlandığı anlar olur. O günlerde şehir, adeta yeniden doğar.
Niğde, Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Adana ve Mersin gibi illerin tam kesişim noktasındadır.
Bu yönüyle sadece coğrafi olarak değil, kültürel anlamda da bir “geçiş kapısı”dır. İç Anadolu’nun karasal havasıyla Akdeniz’in sıcak esintisini aynı gün içinde hissetmek mümkündür.
Yeni yapılan Niğde-Ankara Otoyolu, şehri artık çok daha erişilebilir kılmıştır. Ama ne güzel ki, tüm bu yeniliklere rağmen Niğde, o “sakin şehir” kimliğini korumayı başarmıştır.
Niğde, bağırmaz; fısıldar.
Tarihini sessiz taşlarla anlatır, doğasını rüzgârla paylaşır, insanını tebessümle gösterir. Bu şehir, kalabalıklardan kaçanların sığınağı, geçmişin kokusunu özleyenlerin limanıdır.
Bir gün yolunuz Niğde’ye düşerse, sabah Aladağlar’ın eteğinde durun. Gözlerinizi kapatın, rüzgârın sesini dinleyin.
Sonra şehre inin, kaleye çıkın, Alaaddin Camii’nin kapısına dokunun.
Bir köy fırınında pişen Niğde Tavası’ndan bir lokma alın.
Bir gazoz açın, geçmişin tadını duyun.
İşte o zaman anlayacaksınız:
Niğde, yalnızca bir şehir değil; Anadolu’nun kalbinde atan bir şiirdir.
