Gazetecilikte bazı şehirler vardır; onların adını manşete taşırken bile insanın içi ısınır. Muğla da işte o şehirlerden biri. Ege’nin incisi, Karya’nın kadim toprağı, hem tarih kokan hem de zeytin dallarının gölgesinde huzur veren bir diyar… Gelin, bu köşede birlikte Muğla’nın geçmişine, doğasına, kültürüne ve mutfağına uzun bir yolculuk yapalım.
Muğla’nın tarihi, yalnızca taşlara kazınmış yazılardan ibaret değil; aynı zamanda efsanelerin, destanların ve halk arasında dilden dile dolaşan anlatıların da bir bileşimi. Antik Karya bölgesinin merkezlerinden biri olan Muğla, MÖ 3. binyıllara kadar uzanan yerleşim izleriyle adeta bir açık hava müzesi gibi.
“Kar” adlı bir komutanın adını taşıdığı söylenen Karya, kuzeyde Lidya, güneyde Likya, iç kesimlerde Frigya ile komşuluk etmiş. Bu coğrafya, tarih boyunca medeniyetlerin kavşak noktası olmuş. Bir bakıyorsunuz Persler gelmiş, satraplar eliyle yönetmiş; ardından Büyük İskender ordularıyla bölgeye girmiş. Hecatomnos hanedanı ise Mausolos ve Artemisia gibi isimlerle Karya’yı yalnızca siyasi değil, kültürel anlamda da zirveye taşımış.
Bodrum’daki Halikarnassos Mozolesi’nin “Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olarak anılması boşuna değil. Milas’ın taşlarında, Datça’nın kıyılarında, Stratonikeia’nın antik tiyatrosunda hâlâ tarihin fısıltılarını duyabilirsiniz. Bir yanda Helenistik koloni izleri, diğer yanda Roma’nın taş yolları… Ve Bizans’tan Menteşe Beyliği’ne, oradan Osmanlı’ya uzanan bir süreklilik. Muğla, tarihin hiçbir döneminde yalnızca bir “geçiş noktası” olmadı; o hep bir “durak” oldu.
Tarih böylesine zengin olunca doğa da geri kalır mı? Muğla, doğasıyla insanı büyüleyen şehirlerin başında gelir. Düşünün: 1.100 kilometreden uzun kıyı şeridi… Türkiye’nin en uzun sahil hattı burada!
Gökova Körfezi’nin masmavi suları, Fethiye’nin Ölüdeniz’i, Datça’nın kekik kokulu rüzgârları, Dalyan’ın caretta carettaları… Muğla’nın doğası öyle zengin ki, her köşesi ayrı bir tablo gibi. Bir sabah uyanırsınız, Yatağan’ın dağ köylerinde keçi çanlarının sesiyle güne başlarsınız; öğleden sonra kendinizi Akyaka’da sörf tahtasının üzerinde bulursunuz.
Üstelik Muğla yalnızca deniz ve sahilden ibaret değil. Sandras Dağı’nın serin eteklerinde çam kokusunu içinize çekebilir, Köyceğiz Gölü’nde ördeklerin suyla dansını izleyebilirsiniz. Burada doğa, insana sadece güzellik değil, huzur da armağan eder.
Muğla’nın kültürü, tarih boyunca farklı medeniyetlerin bıraktığı izlerin üzerine Anadolu’nun sıcaklığının eklenmesiyle oluşmuş bir mozaiktir. Burada halk oyunlarından el sanatlarına, mimariden gündelik yaşama kadar her şeyde çeşitliliği hissedersiniz.
Muğla evleri mesela… Beyaz badanalı duvarları, ahşap cumbaları ve begonvillerle süslü sokaklarıyla tam bir Ege masalını andırır. O dar sokaklardan geçerken sanki zaman biraz ağır akar; adımlarınız bile yavaşlar.
Köy düğünlerinde hâlâ Zeybek oynanır; davul zurna eşliğinde Efe’lerin ağır duruşu görülmeye değerdir. Kadınların el emeği göz nuru halıları, kilimleri hâlâ çeyiz sandıklarını süsler. Milas halısı desenleriyle dünyaca bilinir.
Ve tabii ki türküler… “Çökertme” türküsü Muğla’nın simgesi gibidir. Denizcilerin, efe ruhunun, özgürlüğün şarkısıdır. Biraz hüzünlü, biraz gururlu ama her daim yürekten söylenir.
Muğla mutfağına değinmeden bu köşeyi kapatmak olmaz. Çünkü Muğla’nın sofraları, denizden, dağdan, ovadan gelen nimetlerle doludur.
İlk sırayı elbette zeytinyağı alır. Zeytin ağaçlarının gölgesinde büyüyen bu şehirde yemeklerin baş tacı zeytinyağıdır. Enginar dolması, kabak çiçeği dolması, börülce salatası… Hepsi zeytinyağının sihirli dokunuşuyla lezzetlenir.
Kıyı kasabalarında sofraya balık gelir; kefal, lagos, çipura… Yanında da mutlaka roka, soğan ve limon. İç kesimlerde ise tarhana çorbası, keşkek ve oğlak tandır sofraların yıldızıdır.
Tatlılara gelince: Muğla’nın kendine has “kuru incir tatlısı” ve “kabak tatlısı” vardır. Hele bir de üzerine çam balı dökülürse, insanın içi Ege’nin güneşi gibi ısınır.
Ve unutmadan: Muğla’nın çam balı dünyaca ünlüdür. Kahvaltı sofralarında mis gibi kokusuyla size günün ne kadar güzel geçeceğini fısıldar.
Muğla’yı anlatmak aslında biraz da insanın kendini anlatması gibidir. Çünkü burada tarih bize geçmişimizi, doğa huzurumuzu, kültür köklerimizi, mutfak ise paylaşmayı hatırlatır.
Ege’nin bu güzel köşesi, yalnızca bir tatil destinasyonu değil; bir yaşam biçimidir. Antik tiyatrolardan günümüzün sokak kahvelerine uzanan bu şehirde her adımda bir tebessüm, her sofrada bir dostluk, her rüzgârda bir özgürlük hissi vardır.
Kısacası Muğla, insanın kalbinde yer eden bir masaldır. Ve bu masalı yaşamak için bazen sadece bir tek yolculuğa çıkmak yeter.
Eğer yolunuz bir gün Muğla’ya düşerse, yalnızca denize girmeyin. Tarihin taşlarına dokunun, Sandras’ın serinliğini içinize çekin, bir köy kahvesinde yaşlı bir amcayla çay için ve mutlaka kabak çiçeği dolmasını tadın. O zaman anlayacaksınız ki, Muğla aslında “bizim hikâyemizdir.”