Sinema tarihinde bazı anlar vardır:
Salonun ışıkları yavaşça kararır, perdenin beyazı genişler ve jenerik müziği, sanki kalp atışınızla aynı ritimde titreşir. Tam o sırada bir şey olur… yıllar önce çocukken hissettiğiniz o heyecan, bir yerlerden çıkıp yeniden kalbinize oturur.
Benim için o anın adı her zaman Indiana Jones olmuştur.
Ve 22 Mayıs 2008’de, yıllar sonra yeniden karşımıza çıkan Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull, sadece bir film değil; gençliğime, hayranlığıma, hayal gücüme yeniden açılan bir kapıydı.
Biliyorum…
Pek çok kişi bu filmi tartıştı, yer yer eleştirdi, hatta bazı sahneleri alay konusu bile yaptı.
Ama işte tam da bu yüzden, bir hayran olarak bu köşe yazısını kaleme alma gereği duydum:
Çünkü bu film, kusurlarıyla bile bir efsanenin yeniden doğuşudur.
Çünkü bazı kahramanlar geri dönmek zorundadır.
Çünkü bazı yolculuklar bitmez, sadece ara verir.
Indiana Jones karakteri, Hollywood’un en ikonik sembollerinden biridir.
Derby şapkası, kamçısı, sarkık çantası, ter içinde kalmış gömleği ve o hafif alaycı gülümsemesi…
Ama asıl olan, Indiana Jones’un bir kahramandan fazlası olmasıdır.
O bir insandır.
Korkar, tereddüt eder, kızar, utanır, acı çeker.
Ama her şeye rağmen doğru olanın peşinden gider.
Kristal Kafatası Krallığı bize bu “insanı” en gerçek haliyle gösterdi.
Harrison Ford’un yaş almış yüzündeki çizgiler, sanki geçmiş filmlerin birer hatırası gibi duruyordu.
Bir insanın yüzünde bazen bir roman saklıdır derler; Ford’un yüzü artık bir dünya tarihi gibiydi.
Evet, daha yavaş koşuyordu…
Evet, yumrukları artık 1981’deki kadar sert değildi…
Ama Indiana Jones’un karizması, olgunlaşmış bir şarap gibi daha derin, daha katmanlı bir hâl almıştı.
Bu film, bize şunu hatırlattı:
Efsaneler yaşlanır ama sönmez.
Çünkü onlar, insanın içindeki macera ateşinin simgesidir.
YOKSA ZAMANIN RUHUNU YANSITAN BİR KÖPRÜ MÜ?**
Serinin önceki filmleri; kayıp sandıklar, efsanevi taşlar, kutsal kase gibi mitler üzerine kuruluydu.
Ancak dördüncü film bizi bambaşka bir döneme, 1957’ye, Soğuk Savaş paranoyasına götürdü.
Roswell söylentilerinin gündem olduğu, insanların gökyüzünde bir cisim gördüğünde paniğe kapıldığı yıllar…
İşte Lucas ve Spielberg bu dönemin ruhunu Indiana Jones evrenine taşıma cesaretini gösterdi.
Bu sıradışı yaklaşım yüzünden film çok tartışıldı; “Uzaylı mı olur?” diyenler bile oldu.
Ama unutmamak gerekir:
Indiana Jones her zaman zamanının ruhunu yansıtan bir kahraman olmuştur.
1930’ların macera pervasızlığını
1980’lerin sinema büyüsünü
Ve şimdi de 1950’lerin bilimkurgu çılgınlığını…
Evet, Kristal Kafatalar bir bilimkurgu dokunuşuydu.
Ama bu dokunuş aynı zamanda döneme sadık bir saygı duruşuydu.
Marion’ın yıllar sonra yeniden ortaya çıkışı, filmin en duygusal anlarından biriydi.
Bu iki karakter arasındaki kimyayı kelimelere dökmek kolay değil; çünkü onlar sadece birer aşık değil, aynı zamanda birbirine meydan okuyan iki savaşçı gibi.
Marion’ın yüzündeki gülüş, Indy’nin gözlerindeki şaşkınlık…
Sanki yıllar önce bıraktıkları cümle, kaldığı yerden tamamlanıyordu.
Ve Mutt Williams’ın gerçeği ortaya çıktığında, yani Indy’nin bir oğlu olduğunu öğrendiğimiz an…
Filmin kalbi başka türlü atmaya başladı.
Bu sadece bir macera değildi artık.
Bu, bir babanın yıllar sonra oğluna kavuşma hikâyesiydi.
Evet, aksiyon vardı.
Evet, kovalamacalar, patlamalar, esprili diyaloglar bir saniye durmuyordu.
Ama filmin merkezinde bir aile vardı.
Kırık, eski, sarsılmış…
Ama hâlâ ayakta durmaya çalışan bir aile.
Evet, şimdi gelelim meşhur sahneye…
Nükleer patlamadan buzdolabıyla kurtulmak.
Kimileri bu sahneye güldü.
Kimileri kızdı.
Kimileri alay etti.
Ama gelin dürüst olalım:
Indiana Jones’un maceraları her zaman gerçeklikle hayal arasında gidip gelmemiş miydi?
Bu sahne, belki de serinin “absürd mizah” dozunun zirvesiydi.
Ama aynı zamanda karakterin ruhunu tanımlayan bir metafor gibiydi:
Kaç kez ölümden döndü bu adam?
Kaç kez imkânsızı başardı?
Bu sahne, sadece bir mizah örneği değildi.
Indiana Jones’un “her şeye rağmen hayatta kalma” ruhunun uç bir yorumuydu.
Bu filmi izlerken kendimi sürekli geçmişe dönerken buldum:
Küçük bir çocukken televizyonun karşısına geçip “Kutsal Hazine Avcıları”nı izlediğim günlere…
Elimde bir ip parçasıyla, kendimi Indy gibi hissettiğim oyunlara…
Hayatın daha basit olduğu, hayallerin daha büyük olduğu zamanlara…
İşte bu film tam olarak bunu yaptı:
Hatırlattı.
Bunun adı nostalji değil sadece.
Bu, sinemanın bize verdiği bir mucizedir.
Kristal Kafatası Krallığı, sinema denen büyünün hâlâ var olduğunu, hâlâ bizi çocukluğumuza götürebildiğini kanıtladı.
Bu film mükemmel miydi?
Hayır.
Ama olması gereken miydi?
Evet.
Çünkü bazı kahramanların geri dönmesi gerekir.
Bazı defterler kapanmamalıdır.
Bazı yolculuklar yarım bırakılmamalıdır.
Indiana Jones, sinemanın bize hediye ettiği en özel karakterlerden biridir.
Ve Kingdom of the Crystal Skull, onun yolculuğunun unutulmaz bir parçasıdır.
Belki eleştirildi,
belki alay edildi,
belki tartışıldı…
Ama bir gerçek var:
Bu film, bir efsanenin nefes almaya devam ettiğinin kanıtıdır.
Ve efsaneler, tıpkı tarih gibi…
Asla tamamen kaybolmazlar.
