İŞTE O SES – YAŞAR KARAKULAK

0

Seslendirme sektöründeki merak ettiğiniz en ünlü sesler ile röportajlar yapmaya devam ediyoruz. Her hafta olduğu gibi siz değerli okuyucularımız için birbirinden değerli seslendirme sanatçılarımız ile çeşitli röportajlar yapıp, en çok merak ettiniz sorularını kendilerine yöneltiyoruz. Bu hafta tiyatro oyuncusu ve seslendirme sektöründe duayen isimlerden biri olan sevgili Yaşar Karakulak ile harika bir röportaja imzamızı atmış bulunuyoruz. Röportajımıza geçmeden önce bizleri kırmayıp röportaj verdiği için sevgili Yaşar Karakulak’a ve röportaj için bizlere kapılarını açan sevgili Saran stüdyolarına sonsuz teşekkür ederiz.

Tiyatro oyunculuğuna nasıl başladınız?

1981’de Ankara Halk Tiyatrosu’nun kurslarıyla başladı. Sınavla girmiştik oraya sonra konservatuvar gibi sanatevi oluşturuldu. Onda eğitim gördük. 1985-86 ‘ydı galiba Ankara Sanat Tiyatrosu’na girdim yine kurslarına. Ondan önce Tamer Levent’in kurduğu Sanat Kurumu Deneme Sahnesi’nde o günlerin ötesinde çok farklı çalışmalar yaptık. Özellikle Türkiye’de hiç bulunmayan yaratıcı drama üstüne, eğitimde yaratıcı drama. Sonra 1985-90 arası Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyuncu olarak yer aldım. Onun yanı sıra hem Rutkay abiye asiste yaptım hem orada sahne aldım.  Böyle kursların sorumluluğunu yürüttüm. 1990’dan sonra Ankara Sanat’tan ayrıldım. Bir başka çağdaş sanatevi tiyatrosuydu galiba orada çalışmaya başladım. Sonra seslendirmeye TRT’ye gitmeye başladım. Ama 1985’te Ankara Sanat Tiyatrosu’na giderken başka yerde seslendirmeye başlamıştım. Sonra Ankara Ekin Tiyatrosu ile çalıştım uzun bir süre. 2000’lere yakın kendim bir çocuk oyunu yaptım. 99 Depremi nedeniyle bana Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir depremle ilgili çocuk oyunu istiyoruz demişti. Ben de 15-20 günde yazmıştım. Çok da uğraştırmıştı ama çok fazla dolaştım. Uzmanlarından görüş alabilmek için Bayındırlık Bakanlığı’ndan tut da Milli Eğitim’deki özel eğitimlere kadar her yerle görüştüm. Bir çocuk oyunu yazdım o zaman. Yazdığım oyunda hem çocuklar büyük bir neşeyle hayvanları seyredip keyif alırken deprem konusunda bilgileniyorlardı. Sonra bir de “Deprem provası” yapıyorduk onlara. Bu oyun sürüyordu başka bir oyun yaptım. Bu sırada İstanbul’dan bir telefon geldi. Sinema filmi için görüşmek istediler. Benim de İstanbul ile bir ilgim yoktu. Arkadaşlar da “Git İstanbul’a çok iyi işler yaparsın” dediler. Ben de “Yaş geldi artık, 35’i geçtik biz” diyordum. Aslında bu yaş televizyon için yolun başıymış. Ama televizyon da o sıralar TRT kanallarında bir şeyler oynuyoruz. Özel kanallar da zaten 90’larda başladı. Biz özel kanallara Ankara’da dış seslendirme yapıyoruz. Bu arada tiyatro oyunları oynuyoruz. Ben de çıktım İstanbul’a geldim bir keyifle tatil yapar gibi. 2-3 gün de orada kalırım, İstanbul’u dolaşırım dedim. İstiklal Caddesi, Mis Sokağa girdim. Bir kahve vardı şimdi kapatmışlar. Oraya girip bir çay içeceğim. Girdim içeri hepsi Ankaralı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. İhtiyacımı görmeye büfeye gidecektim. Tam büfeye girerken dışarı biri çıktı. “Aaa Yaşar babacım sen geldin mi? İstanbul’da mısın? dedi. “İstanbul’dayım” dedim. Meğerse o zaman Promay’ın sahibi Ümit Demiray. Ertesi sabah şirkete çağırdı. Kahve içtik. Sonra sinema filmi için görüşmeye gittim. Ertesi gün tekrar Ümit Abi çağırdı. Ümit abinin kaydına girdim tekrar kayıt yaptım. Bir baktım İstanbul’dayım 2000 yılı Ağustos ayı işte. “Tek Celse”, “Üvey Baba” da oynadım. İstanbul’da birden bir şeyler yapınca rutin haline dönüştü durduk bu yüzden. Niye durduğumuzu da bilmiyoruz. 23 yıldır da burada televizyon, sinema, bazen tiyatro ama seslendirme sürekli; böyle gidiyor şimdilik.

Neden tiyatro sanatçısı olmak istediniz? Çocukken hayal ettiğiniz, büyüyünce olmak istediğiniz yerde misiniz?

Ben büyüyünce uzay kaptanı olacaktım. Çocukken öyle düşler kurardık. 5. Sınıfta Karagöz ve Hacivat yapmıştım ama nereden bileyim meğerse oradan kana bir şeyler girmiş. Sonra 12 Eylül hepimizin öyle çırılçıplak bıraktığı, bütün hedeflerimizi bizden çaldığı gün. Bir amacımız vardı kimisi turan dünyasını kuracaktı, ülkücüydü, kimi sosyalistti eşit devlet kuracaktı. Herkesin bir hayali vardı. 20’li yaşlarımızda bütün bu hedeflerimizi, hayallerimizi 12 Eylül çaldı. Benim arkadaşlarımın hemen hemen hepsi kadın-erkek evlendiklerinde çocuklarına gözleri gibi baktılar. Türkiye dayanışmanın, paylaşmanın ne olduğunu öğretmeden hiçbiri dayanışmayı öğretmedi. 12 Eylül öyle bir hedefsiz bıraktı ki tek hedefleri çocukları ve kurdukları yuva oldu. Çocuklara da sokaklarda güvenmemeyi öğrettiler. Giderek güvensiz, sokaklara çıkamayan bir halka dönüştük. Böylece çocuklar dayanışmanın, paylaşmanın ne olduğunu öğrenemedi. Önemli olan anne ve baba. Yasalar da ona göre doğru yaşayabilmekle ilgiliydi. Çünkü biz aileden doğruları alıyorduk. Toplumda da o şekilde yetişmiş bireyler olduğumuz için yasaları falan çok dert etmiyorduk. Eskiden yüksek suç oranı yoktu. Çünkü birbirine güvenen, dayanışma içinde olan halktık. Böyle böyle bir şeylerin içinden geçince insan anlatacağı birçok şeyi anlatmak istiyor. Tiyatro tam da istediğin yer gibi duruyor. Her şeyi söyleyebileceğin bir alan zaten çırılçıplak bırakılmışız 12 Eylül günü ve böylece üstümüze giyebileceğimiz şahane kostümümüz var.

Şu an ülkenin halini nasıl görüyorsunuz?

Çok yetersiz görüyorum. Bir sürü olay oluyor. Açlıkla, depremle, sınanıyoruz. Bunlarla başa çıkamıyoruz. İlk gün depreme müdahale etmek varken edemedik. İkinci günde ancak müdahale edildi. Çok tuhaf bir ülke olduk ve bu üzücü. Ama sanat yapmaya devam edeceğiz.

12 Eylül’den yaklaşık 5-6 yıl sonra Türkiye’nin ne kadar değiştiğine tanık oldum. Turgut Özal da elimizdeki varlıkların tümünü özelleştirme kapısını açınca bizim güvendiğimiz dağlara kar yağdı. Devlet giderek çok fazla hayatımızın içinde olamamaya başladı. Oysa devlet bizim güvencemizdi. Biz sokağa çıkarken devlete güvenerek çıkardık. İşsiz kalsak gidecek bir kapım var diye düşünürdük. Herkes kendi başının çaresine bakmaya başladı. Ben de üniversiteye gittim şuydu buydu derken tiyatro çok daha cazip geldi. Tiyatroda kaldım. Bugüne kadar sürekli bu şekilde tiyatro yaptım. 37-38 yaşlarında İstanbul’a da gelince İstanbul’un sinema, televizyon olanaklarından yararlandım. Bizim mesleğin iş olanağı burada. Anadolu’da bizim mesleğin çok da karşılık bulacağı alanlar yok. Fakat Anadolu’daki tiyatro Anadolu’da aydınlanmayı ve gelişmeyi sağlayan ana sanat hareketi. Amatör olarak da olsa ya da hobi olarak da olsa insanlar ömürlerinin sonuna kadar Anadolu’da tiyatroyu yapmalılar ve bölgelerinde geliştirmeliler. Ve oyuncunun da para kazanması lazım hayatını devam ettirebilmesi için. Bu da oradaki halkın duyarlılığı ile ilgili. Ama 12 Eylül de Özal öyle bir hale getirdi ki bu tür şeyler toplumda kalmadı. Zayıflattı. Televizyonlar aniden çoğaldı. Birden dünyayı tanımaya başladık. Karayip Adaları’ndan haberimiz yokken Karayip Adaları’ndan haberimiz oldu. Amerika’yı çok iyi bilmezdik. Ama bizim için Süpermen, Örümcek Adam, Teksas oldu. Birçok televizyon kanalları birden önümüze her şeyi çıkarttı. Ülkenin insanlarının bünyesi bunu kaldıramadı. Çok hızlı değişti. Sadece kendini düşünen ailelere dönüştürdü insanları. Annemiz- babamız adalet ne diyorsa, hangisi haksa o hak bizi koruyacak şeydir derdi. Şimdi haksız dahi olsa çocuklarını korumak istiyor aileler. Bu 12 Eylül ile geldi. Ülkenin kişiliği ile oynadılar. İnsanlarımızın karakterini parçaladılar. Bunu Türkiye’deki gençler yapmadı ya da bizim askerimiz yapmadı. Bir plan dahilinde bunu başarıyorlar. Hâlâ devam ediyorlar. Devasa güçler için Türkiye yararlanabilecekleri bir alan. Biz ne kadar cahil kalırsak onlar için o kadar iyi. Çok hızlı sömürülüyoruz, aracı bir ülke oluyoruz. Bu ülke başarılı olacak bir ülke. Bana kalırsa 100 yıl içerisinde çok daha refah içinde yaşayan bir halk olmamız gerekirdi fakat olamadık.

Tiyatro sektörünün gidişatını nasıl görüyorsunuz?

Bu cehalet devam ederse izleyici dijital ortam yüzünden zaten tiyatrodan uzaklaşmış daha da uzaklaşacak. Anadolu oralara turneye giden heyecanlı tiyatrolarla artık karşılaşamayacak. Köylere gidip eskiden tiyatro yapılıyordu. Şimdi her yerde sosyal mecra var. Şimdi ben dilerim ki bir an önce toplum doğru bir hayata pupa yelken gitsin. İnsanın olduğu yerde her şey her an düzelebilir, değişebilir. Yeter ki insanlar istesin. Şöyle de bir şey var: Türk toplumları gerçekten çalışkan esasında. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’ndaki o devasa yapı savaşmasaydı nasıl ayakta duracaktı. Nasıl o savaşla bugünkü cumhuriyet kurulacaktı. O insanlar cumhuriyetten hemen sonra nasıl bir çalışkanlıkla bir sürü fabrikalar, işler yapıp sıfırdan yeni bir hayata yelken açıyorlardı. Azerbaycan’daki Türkler de, Kazakistan’da yaşayan Türkler de çok çalışkandılar. Türk boylarına, soylarına ait insanların hepsi çok çalışkandı. Sadece kendi yönetim biçimleri ya da belirledikleri politikalar yanlış olunca yaptıkları, çalışkanlıkları bir işe yaramıyor. Öyle bir dönüştük ki biz bu hale geldik.

Seslendirme sektörünü normal bir konuşma olarak gören insanlar var. Son dönemlerde herkes bu işi yapmak istiyor. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Herhalde en doğru anlatımı şöyle olur diye düşünüyorum: TRT’de biz kayda girerken devasa sanatçılarla, Türkçeyi çok iyi bilen insanlarla kayıt yapıyorduk. Tulum kayıt yapıyorduk. Sırası gelen stüdyoya giriyordu. Süzülüp giriyorduk içeri. Kalabalık bir şekilde o filmin kaydını alıyorduk. Zaten orada eğitimsiz olanı TRT’nin seslendirme stüdyolarında görmen olanaksızdı. Mutlaka kendini kanıtlamış kişilerdi. Ya da çocuk radyosundan gelen gençler, ergenler olurdu. Ama onlar da çocuk radyosunda yeteri kadar eğitim görüyordu. Türkçeyi koruyup kollayan Türk Dil Kurumu gibi görünse de aslında hayır; televizyon ve radyolardaki seslendirme sanatçıları ve spikerler koruyordu. Onlar o dili doğru ve temiz bir şekilde halka ulaşmasını sağlıyordu. TDK; köye, yaylaya ulaşmıyor ama biz televizyonda TRT’nin kanalında halk, bizim sesimizi duyarak Türkçeyi doğru duyuyor. Bu yapı ne yazık ki toplumun duyarsızlığı, devletin duyarsızlığı, yapanların sadece kendini düşünür hale gelmesinden dolayı milyon tane nedeni var; bir tane nedeni yok. Türkçe zaten kaybolmak üzere sokaktaki dili kamuya açık kanallarda yayımlamamamız, kullanmamamız gerekirken seslendirme kullanmaya başladı. Kimse de buna ses çıkarmadı. Halkın da şikayet edecek bir merceği yok. Eskiden halk, TRT’ye mektuplar gönderirdi. “Alt yazıda -de, -da’ yı bitişik yazdınız.” “Burada târikat dedi oysa tarîkat olmalıdır” diye halk şikayet ederdi. Sonra o filmi yöneten kişiye sarı zarf giderdi, maaşından kesinti yapılırdı. O müthiş seslendirme yönetmenlerinin ve sanatçılarının devamıydı özel televizyonlara, kanallara yapılan seslendirmeler. O stüdyolarda yönetmenlik yaparlardı. O dönemin sanatçıları da o stüdyolara ve özel stüdyolara kayda giderlerdi. Yani TRT terbiyesiyle özel stüdyolarda seslendirme yapılırdı. Dijital sistem, dijital platformlardaki filmler çok fazla fabrika gibi sanatçı tüketiyor. Çok ucuza yapmak istiyorlar ama yetenekli ve işi bilen insanlar ucuza yapmak istemiyor. Bu durumda da o insanları kullanmaları zor oluyor, kullanamıyorlar. Kullanamayınca da daha ucuz ne olabilir diyorlar. Çevirmenler öğrenci bile değiller neredeyse biraz İngilizce biliyorsa çeviri yaptırılıyor. Öyle çeviriyle seslendirme yapılabilir mi? Bu insanların bilmediği bir alanda neyin doğru olup olmayacağını konuşmak bile saçma. Aslında Türkçede imla kuralı yoktur. Osmanlıcanın Arapça ve Farsçadan aldığı bir şeydir bu. Ekler sözcüklerden ayrı yazılır, boşluk bırakılıp yazılır. Ama Arapça ve Farsçanın imla kılavuzu bir tırnakla veya benzeri bir şeyle artık Türkçeyi bize verir. “Öz Türkçe”” sözcüğü de öyle yazılır. Bu büyük değişimlerin Türkçeyi de sağlıklı bir yere götürmesini bekleyemiyorum. Seslendirme iyi bir yere gider mi? İyi bir yere gitmesi için önce kanallar, kesenin ağzını açması lazım. Kalitesiz bir dünya oluşmaya başlıyor seslendirmede. Giderek daha genç insanlar, olmamış insanlar asgari ücrette çalışır gibi çalıştığı bir alan olmaya başlıyor. Deneyimli ve ustalar olmamaya başlıyor. Çünkü kazanç yok. Çok güzel bir örnek vereceğim: 2001 yılında beni “Simpsonlar”ın babasını konuşmaya çağırdılar. Tam konuşacağımız gün de haberlerde okuyoruz, Amerika’da grev yapıyorlar. Bir bölüm için 360 bin dolar istiyorlar. Ben orada Simpsonlar’ın babasını konuştum 30 TL aldım. Şaka gibi ama adam orada 360 bin doları kabul ettirdi. Ben burada 3,5,10 dolara yapıyorum. Şöyle diyebilirsiniz: Evet doğru uluslararası arena değil Türkiye. Fakat çok düşük. O zaman bu işten nasıl kalite bekleyebiliriz ki. Adam daha bir yıl bir kursa gitmiş. O kursta gördükleriyle gelip burada bir yıl içinde başrol konuşuyor. Sen ondan nasıl sağlıklı bir şey bekleyebilirsin. Halk buna itiraz edemiyor, edecek koşulları da yok. Televizyonun iyi veya kötü bir iş yaptığı seyircinin umurunda bile değil. Dünya başka yerden akıyor. Bu ülkenin seyircisi ne yazık ki bu alanda insanlara değer vermeyi bilmiyor. Önemsemiyor.

Sendikanızın piyasa için ne gibi katkısı var?

Uğraşıyorlar elbette bir şeyler elde edecekler. Güzel sonuçlar doğar diye umuyoruz. Zaten umutla yaşıyoruz. Hep fakir kalarak, umut edip zenginleşerek devam ediyoruz işte.

Bundan sonrası için Türkçeyi ve seslendirmeyi sorarsan hiç umudum yok ama Türkiye’yi sorarsan çok umudum var. Türkiye, çok şeyi değiştirecek inanıyorum.

Leave A Reply

Your email address will not be published.