GAVUR ALİ “Anadolu Vatan, Selanik can”

Karaağaçta Tutamadım Kargayı

0

Kılıçaslan İlkokulu 5. Sınıftaydık. Öğretmenimiz Yahya Turanpınar kümelere ayırmış öyle ders çalışıyorduk. Bizim kümemiz ismi Güneş Grubu’ydu. Küme çalışması için her hafta birimizin evinde toplanıp ders ders çalışıyorduk. Yine böyle bir akşam Hayrettin- Fahrettin Şulen kardeşlerin evinde toplanmıştık. Anımsadığım kadarla; Mehmet Topçu,Yusuf  Koçum, Şükrü Yavuz, Ekrem Dinç de vardı grupta. Derse ara verip sokağa çıktığımızda Kemal Paşa sokağındaki  Askerlik Şubesi’nin önünden şarkılar alkışlar geliyordu. Bizde o tarafa yöneldik. Askerlik Şubesi’nin koca kapısının önünde, Askerler ortalarına almışlar Gavur Ali’yi. Hem söylüyor hem de oynuyordu elinde sopasını da bırakmadan. Askerlerin alkışlı tempoları eşliğinde. Zaten üstünde külot pantolon ve yeleğiyle asker kıyafetine benziyordu haki rengi, çuha  kumaşıyla.

Karaağaçta tutamadım kargayı” diye söylerken devamında da Fosforlu cevriye Karakolda ayna varla devam ederdi. Sokakta askerlerin yanında konu komşu da toplanmıştı Ta ki görevli askerin gelip askerleri çağırmasına kadar. Gavur Ali’de sopasını eline alarak Sığır Meydanı’na doğru yürüdü, bir süre sonra da gözden kayboldu.

Peki Kimdi GAVUR ALİ !! (Ali Biray)

Sarışaban (Yunanca: Χρυσούπολη) Yunanistan‘ın kuzeyinde,  Kavala Bölgesel biriminde. Drama Sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. 1900 yılının başlarında kaza sakinlerinin 20.000 kişiye yakını Türktü. Rumlar ise azınlıktaydı. Kazada 80 kadar mektep ve bu mekteplere devam eden iki bini aşkın öğrenci vardı. Sarışabanlı mübadiller tütün ekim bölgeleri olan, Samsun, Marmara ve Ege Bölgesi’ne iskan edilmiştir. Mübadele başladığında herkes toparlanmaya başlamıştı. Ata toprağı diye yurt edindikleri toraklarından gidecekleri yeri anavatanlarıydı ama tanımadıklarının yaşattığı bilinmezlik yüreklerinde hüzünlü buruk bir korku da vardı. İnsanlar götürebildikleri eşyalarını denklerken, bir taraftan da eşyalarla da vedalaşarak komşularına vermek zorunda kalıyorlar.

Sarışaban’dan gelenler, bir şey anlatacakları zaman, söze “bizim memleket te” diye başlarlardı. Onlar için doğdukları ve bırakıp geldikleri,  bugün Yunanistan sınırları içinde kalan yerler hala memleketti.  Zamanla vatan bildikleri o topraklardan kopup geldiklerinde ve yine vatan dedikleri bu topraklara ayak bastıkları zaman dilimi arasına yıllar girdi. O güne kadar bizimkiler buraya, buradakiler de oraya gitmişler diye basitleştirilmişti..

Gülmeleri kadar, ağlamaları da anlıktı. Ne yaşamışlardı da hem gülmeyi hem de ağlamayı aynı nefese sığdırabiliyorlardı. Mezar taşlarının başına “Kavalalı, Selanikli, Kozanlı, Sarışabanlı” gibi memleket isimlerinin yazılması ahde vefa mıydı, yoksa geride kalanların vefası mıydı?

Yerliler onları önce hoş karşılamadı.  Ana dilleri Rumcaydı. Onlara o yüzden olsa gerek gâvur  da dediler. Yollarda zorluk çekilmedi. Herkes erzağını hazırlamıştı zaten. Erzağı bitenlere diğerleri yardım ediyor, ortak sofralar kuruluyordu.

Giyim kuşam ve davranışları bölge insanlarından biraz farklıcaydı. Düğünlerinde genç kızlar ve erkekler birlikte oynar ve eğlenirlerdi.. Ataları yüzyıllar önce Karaman’dan Yunanistan’a göç etmişler. Göç kaderleriydi belki de… Muhacirler, Anadolu’yu Avrupa’ya taşıdılar. Sonra da Avrupayı Anadolu’ya taşıdılar.
Binlerce mübadil Selanik, Kavala ve Girit iskelelerinden Ocak 1924’te Türkiye’ye gönderildi  Bunlar dan bir bölümü İzmit yöresine iskân edildiler.

Sarı Şabandan İzmit e gelenler arasında Ali Biray’da var. Bir süre buralarda kalaycılıkla meşgul olduktan sonra akrabalarından ayrılarak İznik’te tanıdıklarını yanına geliyor.

Darcanın Çiftliğinde çalışmaya başlıyor. O sırada da evleniyor ama evliliği de pek uzun sürmüyor. Niye ayrıldın diye soranlara ise;

-O da bir somunu yiyor bana kalmıyor derdi.

Daha sonraki yaşamını da yalnız sürdürüyor.

Bundan sonra da İznik’ farklı ailelerin yanında Bekar olarak çalışıyor.  Bekar olarak evin hayvanları, bağı bahçesi ile ilgileniyordu. Yanında kaldığı aile ise onun yemesi-içmesi, giyimi- kuşamını ve kalacak yerini karşılıyordu. Beytullah Beyhan, Dağlı Salimlerin ve Besimlerin Hüseyin gibi İznikli ailelerin yanında çalıştı. Verilerin Paraları da doğru dan Ziraat Bankasına götürüp yatırırdı.Tüm ihtiyaçlarını da yanında çalıştıkları tarafından karşılanıyordu zaten.

Geçmişiyle ilgili sorulardan hoşlanmaz, bir şekilde geçiştirmeye çalışırdı. Onu en çok üzen ise çocukların,  arkasından Gavur Ali diye bağırmalarıydı. Buna rağmen, hiçbir zaman onlara kaba davranmaz, bir şey de yapmazdı. Hüzünlenir, üzülür gözyaşlarını içine akıtırdı. Gurbette yalnızlığıyla başbaşa kaldığında.

Askerlerle birlikte olmayı seviyordu belkide gurbet yalnızlık duygularının ortak olması nedeniyle. Akşamları işi bittikten sonra ya Kemal Paşa sokaktaki Askerlik Şubesi’nin önünde ya da  jandarma Karakolu’nun Bahçesinde (Halil Ergün’lerin evi) onlarla sohbet eder, şarkı söyler olurdu, Fosforlu Cevriye den Karakolda Ayna Var’a, Karaağaçta Tutamadım Kargayı  söylerken askerlerin temposuylada elindeki asa gibi kullandığı sopasıyla oynamadan duramazdı. Askerler içinde  bir eğlenceydi bu küçük kasabada   Ne zaman rütbelilerin yeter demesinden sonra, eğlenceye son verirdiler. Kasabada düğün derneklerde de en başta o olur oralarda da söyler oynardı. Herkes tarafında sevilir, korunurdu.

Bir gün Ayasofya yakınlarında bir minübüs çarpmasıyla kaza geçirdi. Bundan sonra da sağlığı bir daha düzelmedi yataktan kalkamadı. Minübüscü, uzun süre bakımıyla ilgilendi. Ama bir müddet  sonra da vefat etti. Ruhu Şad olsun

(……..)  Karakolda ayna var, ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir cevriyem
Sende kara sevda var
Moryede fosforlu
Sende kara sevda var  (……)

 

 

 

 

Leave A Reply

Your email address will not be published.