DOĞANIN ŞİİRİ RİZE’DE YAZILIR

0

Rize’ye ilk defa ayak bastığınızda sizi karşılayan şey ne denizdir ne dağ… Önce bir koku sarar etrafınızı: taze çayın, yağmurun ve toprağın birbirine karıştığı o benzersiz koku. Ardından rüzgârın taşıdığı bir müzik gelir kulağınıza — kimi zaman kemençenin hüzünlü sesi, kimi zaman bir çay fabrikasından yükselen makinelerin ritmi.
İşte o anda anlarsınız: Rize, doğayla insanın aynı dili konuştuğu bir şehirdir.

Burada zaman, sanki Karadeniz’in dalgalarıyla yarışa girmiş gibidir. Bir gün yağmurla başlar, güneşle biter; ertesi gün sisle açılır, rüzgârla kapanır. Rize’nin her anı değişkendir ama bir şeyi hiç değişmez: içtenliği. Her çay bardağında bir dostluk, her tebessümde bir hikâye gizlidir.

Rize’nin hikâyesi, Karadeniz’in hırçın dalgalarından bile daha eski… Antik çağlarda “Rizeon” adıyla bilinen bu şehir, Roma ve Bizans’ın doğu sınırlarında bir liman yerleşimiydi. Lazca’da “Rizini”, Pontus Rumcasında “Rizunda” denirdi.

Bu kadar çok isimle anılmasının nedeni, tarih boyunca birçok medeniyetin gelip geçmesidir. Her biri Rize’ye bir iz bırakmış, bir kelime, bir taş, bir efsane bırakmıştır.
Urartuların krallık taşlarında, Kolhis uygarlığının söylencelerinde bile Rize’nin adı geçer. Romalılar döneminde küçük bir ticaret limanıydı; Bizans döneminde ise denizden gelen tehlikelere karşı bir kale şehri… Bugün Rize Kalesi’nin kalıntılarına baktığınızda, taşların arasında zamanın izlerini görebilirsiniz.

1461’de Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon seferiyle Rize, Osmanlı topraklarına katıldı. Lazistan Sancağı’nın kalbi sayılan bu şehir, hem deniz ticaretinde hem tarımda yavaş yavaş adını duyurmaya başladı. Cumhuriyet döneminde ise 1924’te il statüsüne kavuştu.

Kısacası Rize, yağmurlarla yoğrulmuş bir tarihe sahiptir. Yaşadığı her dönemden biraz su, biraz yeşil, biraz da direniş almıştır.
Rize’yi anlatırken yağmurdan söz etmemek neredeyse günah gibidir. Çünkü burada yağmur sadece bir hava olayı değildir; bir yaşam biçimidir. Rize insanı yağmuru ıslanarak değil, yağmurla birlikte yaşayarak sever.

Bir Rizeli’ye “bugün hava nasıl?” diye sormayın; o zaten “hafif yağmur var” der. Çünkü yağmur, bu şehrin fon müziğidir.
Ve o yağmurun sayesinde Rize, sanki doğanın renk paletinden taşan bir tabloya dönüşmüştür. Her yamaç, her vadi, her köy başka bir yeşil tonuna bürünür. Bazı yerlerde çayın parlak zümrüdü, bazı yerlerde mısır tarlalarının açık yeşili…

Güneş yüzünü gösterdiğinde dağların üstündeki sis dağılır, gökyüzüyle deniz birleşir. O an, Rize’nin neden “yeşilin kalbi” olarak anıldığını anlarsınız.

Rize’nin kaderini değiştiren şey, ne tarih ne de coğrafyaydı; küçücük bir yapraktı.
1930’ların sonunda bölgeye gelen ilk çay fideleri, kısa sürede bu toprakların kaderini yazdı. O günden beri Rize’de çay, sadece bir ürün değil, bir hayat felsefesidir.
Sabah erkenden tarlaya çıkan eller, gün boyu yeşili biçer, akşam olduğunda yorgun ama huzurlu bir şekilde evine döner. Rize insanı bilir ki, toprağa dokunmak bir tür ibadettir.
Çay burada sabrı öğretir. Her yaprak, yağmurla yıkanır, güneşle ısıtılır, sonra binlerce emekle kurutulur, paketlenir, demlenir…
Ve o bardaktan yayılan koku, aslında Rize’nin kokusudur.

Şehrin ortasındaki Çaykur Çay Fabrikası, sadece üretim merkezi değil, adeta bir simgedir. Rize’ye giden herkesin yaptığı ilk şeylerden biri, bir çay bahçesinde oturup Karadeniz’e karşı bir bardak çay içmektir.

O çay, insanın içine işler; hem sıcaktır hem huzurlu.

Rize’nin en güzel yanlarından biri, dağlarının denize kadar uzanmasıdır. Bir anda kendinizi 0 rakımdan 2000 metreye çıkmış bulabilirsiniz.
Ve o yüksekliklerde, Kaçkar Dağları’nın eteklerinde, dünyanın en huzurlu yerlerinden biri uzanır: Rize yaylaları.

Ayder, Pokut, Gito, Anzer, Elevit… Her biri başka bir masal.
Ayder’de sıcak suyun buharı sisle karışır, Pokut’ta bulutlar evlerin arasında gezinir, Anzer’de ise dünyanın en değerli balı üretilir.
Sabahları güneş doğarken sislerin arasında süzülen bir horoz sesi duyarsınız. Akşam olunca tulum çalar, gençler horona durur. O an anlarsınız ki, Rize’nin yaylaları yalnızca manzara değil, bir yaşam biçimidir.

Rize’de kültür, doğadan ayrı düşünülemez. Kemençenin sesi, dağların yankısı gibidir. Horonun ritmi, yağmurun hızına benzer.
Rizeliler için müzik bir eğlence değil, bir anlatımdır. Her ezgide bir göçün, bir sevdanın, bir fırtınanın izi vardır.
Yemek kültürü de tıpkı doğası gibi bereketlidir: muhlama (ya da mıhlama), karalahana çorbası, hamsili pilav, mısır ekmeği, laz böreği…
Her lokma bir anı taşır.
Bir Rizeli’nin sofrasına oturduğunuzda sadece yemek yemezsiniz; o evin sıcaklığını, o ailenin samimiyetini de paylaşırsınız.

Rizeliler, tıpkı yaşadıkları doğa gibidir: dışarıdan sert görünür ama kalpleri yumuşacıktır.
Denizle mücadele etmiş, dağla yaşamış, yağmurla dost olmuş insanlardır.
Bir Rizeli’nin mizahı kendine hastır. Ciddi bir konu konuşurken bile sizi güldürmeyi başarır.
Kadınları güçlüdür; tarlada, pazarda, evde emeğin en büyük payı onlardadır.
Erkekleri çalışkandır; doğa ne kadar zor olursa olsun, “çözüm buluruz” demekten vazgeçmezler.
Belki de bu yüzden Rize, Türkiye’nin her köşesinde kendine güvenen, dayanıklı, pratik insanlarıyla bilinir.

Şehrin merkezinde yer alan Rize Kalesi, Bizans’tan kalma taşlarıyla hâlâ dimdik ayakta.
Fırtına Deresi üzerinde kurulu taş köprüler, Osmanlı döneminin zarif mühendislik örnekleridir.
Her biri Rize’nin geçmişine sessizce tanıklık ederken, doğayla bir bütün hâlinde yaşar.

Rize artık sadece tarım kenti değil. Yeni açılan Rize-Artvin Havalimanı, hem turizmi hem ticareti hareketlendirdi.
Doğa sporları, trekking, rafting, kampçılık gibi faaliyetler her geçen yıl artıyor.
Ama Rize, büyürken bile doğasına zarar vermemeye çalışan bir şehir. Çünkü buradaki insanlar biliyor: Eğer doğa giderse, Rize de gider.
Bugünün Rize’si modern ama özüne sadık bir şehir.
Gökdelenler değil, yeşil dağlar süslüyor ufkunu.
Ve bu bile başlı başına bir mutluluk sebebi.

Rize’yi sevmek, sadece güzel manzaraları sevmek değildir.
Rize’yi sevmek, yağmur altında yürümeyi, sisin içinde kaybolmayı, çayın kokusuyla uyanmayı bilmektir.
Bir kahvede oturup, denizden gelen rüzgârla karışan çay buharına gülümsemektir.
Rize, insanın doğayla kavga etmeden yaşayabileceğini kanıtlayan bir şehirdir.
Belki de bu yüzden buradan giden herkes, bir gün mutlaka geri dönmek ister.
Çünkü Rize, sadece bir şehir değil; bir duygudur.
Ve bazı duygular, hiç solmaz…

Leave A Reply

Your email address will not be published.