Bir ses düşünün…
Bir kere duyduğunuzda unutmuyorsunuz. Çünkü o ses sadece notalardan değil, acılardan, direnişlerden, yeniden doğuşlardan örülmüş. O sesin sahibi; küçük bedeniyle dev bir ruhu taşıyan kadın: Anastacia Lyn Newkirk.
Ona “The Little Lady with the Big Voice” yani “Yüce Sesli Küçük Leydi” diyorlar. Ama bana sorarsanız, o sadece güçlü bir sesin değil, hayatın darbelerine rağmen hâlâ sahnede dimdik durabilmenin sembolü. Anastacia’nın hikâyesi bir sanatçının öyküsünden çok, bir insanın kendi karanlığıyla dans etmesinin hikâyesidir.
17 Eylül 1968’de Chicago’da dünyaya geldiğinde, kimse onun bir gün milyonlarca insana ilham vereceğini bilmiyordu. Annesi Diane Hurley Broadway sahnelerinin zarif bir aktristi, babası Robert Newkirk ise gece kulüplerinde şarkı söyleyen bir müzisyendi.
Müzik, Anastacia’nın kanında doğuştan vardı. Ama kader, çoğu sanatçı gibi onun yolunu da dikenlerle örmüştü.
Daha 13 yaşındayken, yaşamını sonsuza kadar etkileyecek bir hastalıkla tanıştı: Crohn hastalığı.
Bu hastalıkla büyüdü, dans etmeye çalışırken ağrılarla mücadele etti, okul günlerinde yorgunlukla boğuştu. Fakat bir şeyi hiç kaybetmedi: sahneye olan inancını.
New York sokaklarında dans ederek, küçük barlarda geri vokal yaparak başlayan o uzun yolculuk, aslında bir hayalin peşinden gitmekten ibaretti. “Club MTV” gibi programlarda dansçı olarak yer aldığında kimse onun içindeki o sesi duymamıştı. Çünkü o ses, kalbinde biriktirdiği tüm acıları taşıyordu.
Müzik yapımcılarının çoğu ilk başta onun sesini “fazla güçlü, fazla sert” buldu. Ama o yılmadı. Çünkü Anastacia, “fazla” olmanın yanlış olmadığını gösterecekti dünyaya.
2000 yılı…
Dünya yeni bir çağa uyanırken, müzik listeleri yeni yüzlere açılıyordu. O dönem, bir kadının sesi radyolardan yükseldi:
“I’m Outta Love.”
Ve o an, her şey değişti.
Anastacia sadece bir şarkı söylemedi; yılların birikmişliğiyle bağırdı adeta. O şarkı, kendini özgürleştirmek isteyen herkesin sesi oldu.
Avrupa, Avustralya ve Latin Amerika’da bir anda milyonların sevgilisi haline geldi. Amerika’da ise ironik bir biçimde onu tam anlamıyla keşfetmekte geç kaldılar.
Anastacia kendi tarzını şöyle tanımlıyordu: “Sprock” — soul, pop ve rock karışımı bir janr.
Ne tam bir pop yıldızıydı, ne de klasik bir rock solisti. O, kendi tarzını kendi yaratan bir kadındı.
“Not That Kind” ve “Freak of Nature” albümleriyle zirveye tırmandı. Fakat bu tırmanış, kısa sürede hayatın başka bir sınavıyla kesilecekti.
2003 yılı…
Dünya onu hâlâ yeni yeni tanıyordu. “One Day in Your Life” hâlâ listelerdeydi. Tam da o dönemde, Anastacia bir doktordan hayatının en zor cümlesini duydu:
“Meme kanserisiniz.”
Bir konserin öncesinde rutin bir muayene sırasında tesadüfen fark edilmişti.
Hayat, onunla bir kez daha savaşmak istiyordu. Ama Anastacia, teslim olmadı.
Tedavi süreci boyunca müziğe sığındı, kendi korkularıyla yüzleşti. “I’m gonna fight this,” dedi. “Ben savaşacağım.”
Ve savaştı.
2004’te yayımladığı Anastacia albümü, hem ses olarak hem ruh olarak yeniden doğuşuydu.
“Left Outside Alone” adlı şarkısında dünyaya adeta haykırıyordu:
“All my life, I’ve been waiting for you to bring a fairytale my way…”
— hayat boyunca bir masal bekledim, ama sonunda kendi masalımı kendim yazdım.
O albüm, sadece müzikseverler için değil, kanserle savaşan milyonlarca kadın için bir umut ışığı oldu.
Anastacia, bir pop yıldızı olmaktan çıkmış, bir dayanıklılık sembolüne dönüşmüştü.
2013 yılına geldiğimizde, Anastacia bir kez daha aynı cümleyi duydu:
“Kanser geri döndü.”
Ama bu defa o, artık başka biriydi.
Biraz yorgun, ama çok daha bilge.
Bir röportajında şöyle diyordu:
“Ben bir kurban değilim. İki kez kanser oldum, ama iki kez de hayata döndüm.”
Çift mastektomi ameliyatı geçirdi. Fakat onun için bu bir kayıp değil, bir özgürleşmeydi.
“Artık aynaya baktığımda sadece bedenimi değil, cesaretimi görüyorum.”
2014’te Resurrection (Yeniden Doğuş) albümünü yayımladığında, herkes aynı şeyi düşündü:
Bu kadın ne kadar kırılırsa kırılsın, her defasında küllerinden doğuyordu.
Her şarkısında bir dua vardı artık.
Bir iyileşme, bir kabulleniş, bir affetme.
Ve bu kez sadece dinleyicilerine değil, kendine de şarkı söylüyordu.
Anastacia’nın hayatında aşklar da eksik olmadı.
2007 yılında koruması Wayne Newton’la evlendi. Ama tıpkı birçok güzel hikâye gibi, bu da üç yıl içinde bitti.
2010’da boşandığında, içten bir açıklama yaptı:
“Aşk güzel ama bazen seni tamamlaması gereken şey, senin kendi sesindir.”
Hiç çocuk sahibi olmadı. Bu konuda açık sözlüydü:
“Benim annelik biçimim, şarkılarımla insanlara dokunmak.”
Bu söz, aslında onun tüm yaşam felsefesini özetliyordu.
Bazı insanlar dünyaya bir çocuk bırakır, bazıları bir şarkı. Anastacia, dünyaya “sesini” bıraktı.
Bugün 57 yaşında.
Aradan geçen yıllara rağmen hâlâ turnelerde, hâlâ güçlü, hâlâ ışıl ışıl.
2023 yılında çıkardığı Our Songs albümünde Almanca şarkıları İngilizce yorumladı; Avrupa’da yine büyük ilgi gördü.
Her performansında yüzünde aynı enerji, aynı tutku, aynı minnettarlık var.
Bir konserinde şöyle demişti:
“Beni alkışladığınız her an, ben bir savaşı daha kazanıyorum.”
Belki de bu yüzden, Anastacia konserleri sadece müzikal değil, ruhsal bir deneyimdir.
Orada sadece şarkılar söylenmez; hayatın kendisi kutlanır.
Benim için Anastacia, sadece bir sanatçı değil.
O, “güçlü kalmanın zarif hâli.”
Her şarkısında bir yara izi, her notasının altında bir mücadele var.
Ama tüm bunlara rağmen, o asla mağdur rolünü oynamadı.
Tam tersine, “Evet düştüm, ama bak hâlâ buradayım” dedi.
Onu sahnede izleyen biri olarak değil, şarkılarını kulaklıkta dinleyip gözleri dolan biri olarak söylüyorum:
Anastacia’nın sesi, sadece kulaklara değil, kalbe işliyor.
Bir gün “I’m Outta Love” çaldığında, radyoyu biraz açın.
O güçlü vokalin ardında, yıllarca hastalıklarla, kayıplarla, yalnızlıkla savaşmış bir kadının nefesini duyacaksınız.
Ve belki o zaman anlayacaksınız:
Bazı sesler sadece duyulmaz, hissedilir.
Anastacia işte o seslerden biri.
Küçük bedeniyle, büyük ruhuyla…
Her şarkısında yeniden doğan bir kadın.
Ve belki de bu yüzden, hepimizin hayatında biraz “Anastacia” var.
