Kırşehir’i anlamak, sadece coğrafi bir konumu öğrenmek değildir. Bu şehir, Anadolu’nun tam ortasında, tarih ile maneviyatın, türkü ile emeğin, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği bir yerdir. Bazen bir çınar ağacının gölgesinde susan bir derviştir, bazen bir türküyle içini döken bir âşıktır. Ve bazen de sabahın ilk ışığında dükkânını dualarla açan bir esnaftır.
Ben Kırşehir’i yazarken, bir şehrin değil, bir ruhun izini sürer gibi kaleme alıyorum. Çünkü Kırşehir sadece taşla toprakla kurulmuş bir yerleşim yeri değil; bir ahlakın, bir müziğin, bir geleneğin yaşadığı yerdir.
Tarihe şöyle bir göz atacak olursak, Kırşehir’in geçmişi bize sessizce fısıldar. Bu topraklarda Hititler yürüdü bir zamanlar. Ardından Frigler geldi, Persler geçti bu topraklardan. Roma’nın, Bizans’ın egemenliği altında yeni şekiller aldı şehir. Ama esas kimliğini, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde buldu.
Özellikle 13. yüzyılda Kırşehir, bir kültür ve düşünce merkezi haline geldi. Ahiliğin kurucusu Ahi Evran, bu topraklarda yaşadı ve Anadolu’ya yalnızca ekonomik bir model değil, aynı zamanda ahlaki bir sistem bıraktı. Esnaf sadece mal satan değil, aynı zamanda insan yetiştiren bir önderdi. Her meslek bir ibadetti, her alışveriş bir vicdan terazisinde tartılırdı.
Ahi Evran’ın kurduğu bu sistem, asırlardır Anadolu’nun mayasını oluşturdu. Bugün dahi “dürüstlük”, “emek” ve “paylaşım” denince akla gelen ilk yerlerden biri hâlâ Kırşehir’dir. Bu yönüyle şehir sadece geçmişin değil, günümüzün de vicdanıdır.
Kırşehir, camiler ve türbelerle dolu bir şehir değil sadece; burası aynı zamanda manevi uyanışların da merkezidir. Cacabey Medresesi, 1272 yılında bir gökbilim okulu olarak inşa edildi. Düşünebiliyor musunuz, yıldızların hareketi burada incelendi, evren burada sorgulandı. Bugün dahi minaresine baktığınızda göğe açılmış bir pencere görürsünüz sanki.
Ahi Evran Camii ve Türbesi, sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir duruşun, bir inancın simgesidir. Ve elbette Aşık Paşa, Mevlânâ’nın izinden yürüyen, tasavvufun kalemle dans ettiği şair… Onun türbesi de bu topraklarda.
Burada maneviyat sadece mezarlarda değil, gündelik yaşamın içindedir. Bir annenin duasında, bir esnafın davranışında, bir ustanın sabrında yaşar.
Her şehrin bir sesi vardır derler. Kırşehir’in sesi, Neşet Ertaş’ın sazındadır. O öyle bir sestir ki; bozkırın ortasında suskun duran taş bile duysa ağlamaya başlar.
Neşet Ertaş, “Bozkırın Tezenesi” lakabını hak eden bir halk ozanıdır. Ama o sadece türkü söylemedi; bu halkın acısını, sevgisini, hasretini dillendirdi. “Ben annemi çok sevdim”, “Zahidem” gibi türküleri bir duygu selidir. Her bir sözcükte Anadolu’nun bin bir hâli saklıdır.
Babası Muharrem Ertaş da onun gibi bir ustaydı. Babadan oğula geçen bu müzik mirası, Kırşehir’in ruhuna sinmiştir. Bugün bir kahvede oturduğunuzda, yaşlı bir amcanın dudaklarından bir bozlak duyarsanız şaşırmayın. Çünkü bu şehirde türkü söylemek yaşamaktır.
Bozkır serttir. Ama insanı yumuşaktır. Kırşehir mutfağı da bu dengenin en güzel örneğidir. Sade, gösterişsiz ama doyurucudur.
Çullama: Tavuk eti, un ve yumurta ile kızartılarak yapılır. Her lokması, düğün sofralarının eski neşesini anlatır.
Düğürcük Çorbası: Kaynatılmış buğdayla yapılan bu çorba, Anadolu’nun doğallığını bir kaşıkta sunar.
Söğürme: Közde patlıcan ve yoğurt bir araya gelir. Yaz akşamlarının sofralarında ferahlatan bir lezzettir.
Kırşehir Tandırı: Saatlerce pişen et, sabrın ve ustalığın birleşimidir. Meşe odunuyla ısınan tandırda pişen bu lezzet, zamanın tadını taşır.
Unutmadan: Tandır ekmeği. Fırından çıktığı anda bütün mahalleyi kokusuyla sarar. Her ekmek, bir annenin elinden çıkmış gibi sıcak, içten ve gerçekçidir.
Kırşehir’in doğası bir çığlık değil, bir fısıltıdır. Gürültülü şelaleler ya da dev ormanlar yoktur belki; ama Seyfe Gölü vardır. Binlerce flamingonun konduğu, gökyüzünü pembeye boyadığı bir doğa mucizesi. Sessizliği ile büyüler.
Japon Bahçesi, kültürel bir kardeşliğin simgesidir. Kırşehir’in Kaman ilçesiyle Japonlar arasında kurulan bağ, bir dostluğun yeşerdiği yerdir. Zen felsefesiyle Anadolu misafirperverliğinin buluştuğu bu bahçe, sadece bir park değil, bir barış mesajıdır.
Ahilik felsefesi sadece tarihin raflarında kalmadı. Bugün genç beyinler, Ahi Evran Üniversitesi’nde eğitiliyor. Tarım, sağlık, mühendislik, sosyal bilimler… Ama hepsinin merkezinde aynı değer var: İnsan.
Bu üniversite, Kırşehir’in gençliğe uzattığı eldir. Geçmişin irfanıyla geleceğin teknolojisini buluşturma çabasıdır.
Kırşehir, ulaşım açısından da avantajlı bir noktada. Ankara’ya yaklaşık iki saatlik mesafede. Ne çok kalabalığın içinde, ne de yalnızlığın ortasında… Kırşehir, tam kararında bir sükûnet sunar insana.
Burada zaman daha yavaş akar. Sabah ezanı, bir uyanıştan çok bir hatırlatmadır: “Bugün de güzel yaşa.”
Kırşehir’i anlatmak kolay değil. Çünkü o sadece sokaklardan, binalardan, tabelalardan ibaret değil. O bir “hâl”dir. Kalpten anlayan, gönülden hisseden insanların yaşadığı bir hâl.
Her insanın hayatında bir kez olsun yaşaması gereken bir duygudur Kırşehir. Belki kısa bir yolculukla gidersiniz ama inanın, dönerken ardınızda bir parçanızı bırakmış gibi hissedersiniz.
Bu köşe yazısı, Anadolu’nun kalbinde atmaya devam eden bir medeniyetin, Kırşehir’in hikâyesidir. Yazının sonunda okuyucunun kalbinde bir türkü çalıyorsa, bir dua yükseliyorsa, işte o zaman Kırşehir size kendini anlatmıştır.