Gelin, size öyle bir şehir anlatayım ki ne başı belli ne sonu… Tıpkı eski bir halk efsanesi gibi. Bir gün bir rüzgârla başlar hikâyesi, bir portakal çiçeğiyle devam eder; bazen bir deniz kıyısında biter, bazen dağın yamacında yeniden başlar.
O şehir Mersin’dir.
Bir liman kenti gibi görünür ama limanı kadar yüreği de geniştir. Güneşin her sabah ilk ışığını Akdeniz’in ufkundan alıp Toroslar’ın zirvesine yolladığı, her akşam ise şehirle birlikte dinlenmeye çekildiği bir yerdir burası. Ama Mersin’i tanımak istiyorsan önce onun sessiz anlatıcılarına, yani tarihine, taşına, suyuna kulak vermelisin.
Mersin deyince Kız Kalesi’ni anlatmadan geçmek, bir masalı anlatıp sonunu gizlemek gibidir.
Kız Kalesi, Erdemli ilçesinin kıyısında, Mersin’in en çok fotoğraflanan ama en az anlaşılan yeridir belki de. Deniz üzerinde, kıyıdan tam 200 metre açıkta dimdik duran bu küçük ada kalesi, sadece taşlardan ibaret değildir. O taşların arasına işlemiş bir kehanet vardır.
Rivayete göre, bir kral varmış. Kızını o kadar severmiş ki onun için koca bir kale yaptırmış denizin ortasına, çünkü bir falcı “Kızınız bir yılan tarafından sokulacak ve ölecek,” demiş. Kral kızını kaderden korumak istemiş. Ama hikâyenin sonu hep aynıdır; yılan üzüm sepetinin içinde kaleye ulaşır, prensesi sokar ve kader yine galip gelir.
Bugün, Kız Kalesi’nin çevresinde yüzlerce genç yüzer, dalgıçlar kalenin etrafında dolaşır. Ama geceleri, kıyıya oturup sessizce denize bakarsan, prensesin gözyaşlarını denize karışmış gibi hissedersin. Bu sadece bir kale değildir. Bu, insanın yazgısından kaçamayışının simgesidir.
Mersin’in Mezitli ilçesinde, denize sadece birkaç adım uzaklıkta, adını belki az duyduğun ama gördüğünde unutamayacağın bir antik kent var: Soli Pompeiopolis.
Zamanında Roma İmparatorluğu’nun gözde şehirlerinden biri olan bu yer, bugün sütunlarla dolu bir açık hava müzesi gibi. Bu sütunlar gece gündüz ayakta durur. Geceleri ay ışığıyla, sabahları kuş cıvıltısıyla konuşurlar. Her biri bir zamandır, her biri bir hayatın izidir.
Bu kent, bir zamanlar filozofların, denizcilerin, tüccarların gelip geçtiği; şiirlerin yazıldığı, ticaretin döndüğü bir yerdir. Bugünse sessizliğin içinde anlatır geçmişini. Şayet bir gün oraya gidersen, o sütunların arasında yürürken sessizce gözlerini kapat. Ayak seslerinden önce zamanın sesini duyarsın. Belki bir at arabasının tekerlek sesi, belki bir pazarcının bağırışı… Kim bilir?
Mersin’in kalesi boldur. Ama her kalenin bir hikâyesi vardır, her taşın bir sırrı.
Yılan Kale, adını duyanı ürpertir. Adı gibi efsaneleri de gizemlidir. Bazıları bu kalenin yer altında başka kalelere bağlandığını söyler. Bazılarıysa burada dev yılanların yaşadığını. Ama gerçek olan şudur: Bu kaleler, sadece düşmana karşı değil, zamana karşı da direnmiş yapılardır. Hepsi bugün hâlâ ayakta, hâlâ görkemli, hâlâ gizemli.
Mamure Kalesi, Anamur yakınlarında bir başka taş devridir. 23 burcu olan bu kale, Mersin’in en sağlam yapılarındandır. Üzerinden Haçlılar, Selçuklular, Osmanlılar geçmiş ama kale dimdik kalmış. Bugün bile hâlâ kalenin burçlarına çıkınca rüzgâr kulaklarına tarih anlatır.
Bir şehir insanıyla, sesiyle, kokusuyla, yemeğiyle yaşar.
Mersin öyle bir yerdir ki burada sofraya oturduğunda yalnızca karnın doymakla kalmaz, ruhun da beslenir. Çünkü her yemek bir hikâyedir. Bir göçün, bir birleşmenin, bir paylaşmanın hikâyesidir.
Bir tantuni yersin mesela… o lavaşın içinde sadece et ve baharat değil; bir şehrin pratikliği, lezzeti, esnaf kültürü vardır. Humus gelir sofraya, Lübnan’dan gelen tarifle. Fellah köftesi Arap komşudan, cezerye eski bir Osmanlı mutfağından… Yani Mersin’in mutfağında aslında tüm Akdeniz oturur sofraya.
Bir de sabah sabah ciğer yeme adeti var ki, başka şehirden gelenler önce bir yadırgar. Ama sonra alışır, hatta vazgeçemez.
Her mahallenin yaşlı bir teyzesi vardır. Her mahallenin bir anlatıcısı. Ve her biri ayrı bir Mersin anlatır sana.
Biri der ki, “Yörük atalarımız buradan göçerdi, dağa doğru yürürken çocukları sırtında taşırdı.”
Bir diğeri anlatır: “Dedem Ermeni komşusuyla birlikte ipek dokurdu, düşmanlık bilmezdik.”
Bir başkası, “Kıyıya vuran o gemi vardı ya hani, içindeki aşk mektuplarını hâlâ saklayan varmış…” der.
Mersin bir efsaneler şehri. Ama efsane deyince uzak zamanlara değil, hâlâ aramızda dolaşan gerçeklere inanmalısın.
Mersin’de biri sana “gel bi çay içelim” derse, çayı koymuş demektir. Sohbeti de hazırdır.
Burada insanı görürsün, tanımadığın biri sana selam verir, simit uzatır.
Bir pazar sabahı sahile yürümeye çıkarsan, yanında yürüyen yaşlı bir amca sana çocukluğunu anlatır.
Mersin, seni dinler. Seni yormaz. Kendi ritminde akarken, sana da nefes olmayı öğretir.
Bazı şehirler vardır, “gittim, gördüm, döndüm” dersin.
Bazı şehirler ise, “orası bende kaldı” dersin.
Mersin, işte tam olarak budur.
Buraya geldiğinde sadece bir şehir görmezsin. Bir yaşam biçimi, bir geçmiş, bir masal, bir şiir, bir türkü duyarsın.
Ve en çok da kendini bulursun.
Kalbini serinleten bir deniz gibi…
Geçmişinle bugünü kucaklaştıran bir zaman gibi…
Ve seni sessizce ama güçlüce saran bir sevgi gibi…
Mersin.
Bir şehir değil, bir yürek atışı.