GRAND THEFT AUTO: VICE CITY VE ÇOCUKLUĞUMUZUN EN GÜZEL KAÇIŞI

0

Her kuşağın bir kahramanı olur, bir gizli dünyası. Bizim kuşağımızın gizli kapısı açıldığında, orada Vice City vardı. Neon ışıklarıyla yanan caddeleri, kıpkırmızı gün batımlarıyla aydınlanan plajları, palmiyelerin arkasında kaybolan o bitmeyen günleri… Ve o günlerde, elimizde kocaman bir joystick, içimizde uçsuz bucaksız bir özgürlük duygusu vardı.

Vice City, bir oyundan fazlasıydı. Grand Theft Auto III ile açık dünya kavramını öğrenen bizler için Vice City, bu özgürlüğün üzerine güneş kremi sürülmüş haliydi resmen. Daha parlak, daha renkli, daha asi… Tıpkı o zamanlar çocuk ruhumuzun istediği gibi.

Bir sabah PlayStation 2’yi açıp, Rockstar logosunun ardından o müthiş 80’ler müziğiyle dolan giriş ekranı… Hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Tommy Vercetti — o mavi takım elbisesi, sert bakışları ve keskin zekasıyla — hayatımıza adım attığında, kendimizi onun hikayesinin tam ortasında bulduk. Hapisten yeni çıkan bir adamdı Tommy. Ve biz onunla beraber, Vice City’nin çürümüş sokaklarında kendi imparatorluğumuzu kuracaktık.

Ama ne kolaydı ne de adil.

Her şey eğlence değildi elbette. Vice City’de öyle görevler vardı ki, çocuk yaşımızda bizi sinir krizlerine sürüklerdi. Hani şu meşhur “Demolition Man” görevini hatırlıyor musunuz? Küçücük bir uzaktan kumandalı helikopterle şantiyede bomba taşımamız gerekiyordu. Bir yere götürüyorsun, bir daha, bir daha… Bir yandan güvenlikçiler, bir yandan zaman sınırlaması. Helikopteri bir yere çarpıp patlatınca joystick’i duvara fırlatmanın eşiğinden döndüğümüzü hatırlıyorum.

Ya da “The Driver” görevini? Hilary King’le o acımasız araba yarışını? Polisler başımıza üşüşürken zamanla yarıştığımız, her seferinde direğe tosladığımız o anlar? Küfürler, ter içinde kalan avuçlar, kapatıp kapatıp bir daha denemeler… Vice City bize sabretmeyi, kaybetmeyi ve pes etmeden yeniden başlamayı öğretti aslında.
Hele ki “Death Row” görevi… Lance’i kurtarmaya giderken, havaya uçan arabalar, siper almaya çalıştığımız saçma kutular… Her seferinde “Bu sefer başaracağım!” deyip, hüsranla yeniden doğduğumuz o mücadeleler…

Vice City, kolay bir şehir değildi. Ama işte tam da bu yüzden gerçek bir şehirdi.

Vice City, atmosferiyle bizi büyülerken bir şey daha yaptı: müzikle ruhumuza işledi.

Arabaya atladığımızda radyoyu açmak adeta bir törendi. V-Rock’ta Judas Priest’ten “You’ve Got Another Thing Comin’” çaldığında kalbimiz hızla atardı. Emotion 98.3’te Foreigner’ın “Waiting for a Girl Like You” parçasıyla içimiz yumuşardı. Fever 105’te Rick James çaldığında, dans pistine çıkmadan arabayla yaylana yaylana sürüş yapardık.
Her radyo kanalı, her DJ anonsu, her reklam parodisi, oyunun içindeki gerçekliğe bir kat daha derinlik katıyordu. Aslında Vice City, sadece gözlerimize değil, kulaklarımıza da bir festival sunuyordu.

Vice City’nin en güzel yanlarından biri, kendi hayatımıza yön verebilmemizdi. İster taksicilik yapar, ister limanda iş kovalardık. Ambulansla şehirde can kurtarmak mı? Mümkün. İtfaiyeci olup yangın söndürmek mi? O da mümkün.

En unutulmaz anlardan biri, kendi mülklerimizi satın almaktı. Print Works, Sunshine Autos… Her satın aldığımız bina, kendi krallığımızın bir adımıydı. O binaların önünde durup şöyle bir şehir manzarasına bakar, “Tommy Vercetti’nin şehri burası!” diye iç geçirirdik. Bir nevi o plajların, o gökdelenlerin, o garip radyo reklamlarının sahibiydik artık.

Ah, o günler…

Vice City oynarken sadece oyunla değil, birbirimizle de savaşıyorduk resmen. Evde bir PlayStation, iki kardeş… Sıra kimde, kim daha fazla görev bitirdi, kim daha çok bina satın aldı… Tartışmalar eksik olmazdı.

Bazen küçük hile kâğıtlarımız olurdu. Başına geçmeden önce defterimizin bir köşesine, çat pat İngilizceyle yazdığımız kodlar: “ASPIRINE” (can doldurma), “BIGBANG” (arabaları patlatma), “COMEFLYWITHME” (araba uçurtma)… Yanımızda tuttuğumuz küçük bir hazineydi adeta o liste.

Hileyi fazla kaçırınca oyunun tadı kaçardı; sonra birbirimize kızıp, “Yok yok hilesiz oynayacağız!” diye sözler verirdik… Tabii o sözler, bir iki ölümden sonra unutulurdu.

Bazen de sırf havalı olmak için saatlerce motosikletle sahil boyunca gezmek, güneşin batışında şehri izlemek… O küçük detaylar bile Vice City’yi unutulmaz kıldı.

Vice City, yalnızca 2002’nin en çok satan oyunu olmakla kalmadı; 17,5 milyon kopya satışıyla adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Ancak başarıyı sadece rakamlarla ölçmek haksızlık olur. Vice City, bizim hayatımıza dokundu. Bir neslin büyüme sancılarına, hayal kırıklıklarına, tutkularına yoldaşlık etti.

Tartışmaları da beraberinde getirdi elbette: şiddet, çete savaşları, uyuşturucu, ırk temsili… Ama bizim çocuk gözlerimiz o kadar masumdu ki, biz Vice City’yi sadece “sınırsız bir oyun alanı” olarak gördük. Belki de bu yüzden oyunlar sadece yapımcıların ürünü değil; onları oynayan kuşakların ruhunu da yansıtır.

Bugün yıllar geçmiş olabilir. Belki elimizde yeni konsollar, yeni nesil grafikler, daha büyük haritalar var. Ama Vice City’nin yeri ayrı. Çünkü o oyunla birlikte büyüdük. O sokaklarda ilk kayıplarımızı yaşadık. İlk kez düşüp, ilk kez kalkmayı öğrendik. Sabretmeyi, yılmamayı, kendi hikâyemizi yazmayı.

Ve şimdi… Bir yerde “Billie Jean” çalmaya başladığında ya da hafifçe güneş batarken bir palmiyeye bakınca, içinizde bir yerlerde Tommy Vercetti gibi usulca gülümsediğinizi hissediyorsanız, bilin ki Vice City hâlâ sizinle.
Çocukluğumuzun en asi, en renkli, en özgür şehri… Vice City.
Ve iyi ki oradaydık.

Leave A Reply

Your email address will not be published.