Los Angeles. 1947. Şehir henüz İkinci Dünya Savaşı’nın yorgunluğunu üzerinden atamamışken, altta kaynayan kirli suçlar, yolsuzluklar ve unutulmaya terk edilen adalet sokak sokak dolaşıyor. İşte bu atmosferde, gri takım elbisesi ve düzgün duruşuyla Cole Phelps adında bir dedektif beliriyor. Ve biz, ekran karşısında değil de bir film karesinin içinde gibi hissettiğimiz o oyunla tanışıyoruz: L.A. Noire.
Bundan tam 14 yıl önce, oyun dünyasına düşen bu kara film tadındaki eser, hâlâ birçok oyuncunun zihninde “keşke devamı gelse” dedirten o nadir hislerden biri olarak yerini koruyor. Çünkü L.A. Noire, sadece bir polisiye oyunu değildi. O, bir dönemin atmosferini, çürümüş adalet sistemini ve insan ruhunun karanlık yanlarını anlatan dijital bir roman gibiydi.
Noir sinemasının o ağırbaşlı havasını soluyanlar iyi bilir: bu türde her şey gri tonlarında akar. Ne tam iyi vardır, ne tam kötü. İşte L.A. Noire da bunu oyuncuya fazlasıyla hissettiren bir yapım oldu. Oyunun geliştiricisi Team Bondi, yayımcısı ise Rockstar Games’ti. Ancak bu işbirliği, bir ticari ortaklıktan çok bir sanatçının fırçasıyla kalemin buluşması gibiydi.
Yüz animasyon teknolojisi, dönemi için devrim niteliğindeydi. Her karakterin yüz kasları gerçek oyuncular üzerinden modellenmişti. Bir kaş hareketiyle şüpheleniyor, göz kaçırma ile yalanı yakalıyorduk. Gerçekten de, bir suç dosyasının ucundan tutmak hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Tetiğe basmaktan çok, sezgiye güvenmemiz gerekiyordu. Oyuncu, bir şüpheliyle konuşurken artık “düğmelere değil,” insan doğasına odaklanıyordu.
Cole Phelps karakteri klişe bir kahraman değildi. Hatalarıyla, geçmişiyle, pişmanlıklarıyla yoğrulmuş bir karakterdi. Savaş gazisi, iyi bir polis, ama aynı zamanda sistemin ikiyüzlülüğüne karşı ne yapacağını bilemeyen bir insan. Onun yolculuğu boyunca çözmeye çalıştığımız davalar, sadece katilleri değil, kendi değerlerimizi de sorgulatıyordu. Suç mahallinde bulunan bir ruj, kırık bir gözlük ya da kanlı bir mendil – her biri, bir hayatın parçalanmış detaylarıydı.
Bir davada doğru kişiyi hapse göndermek ne kadar önemliyse, yanlış kişiyi sorgulamak da bir o kadar ağır bir yüktü. Çünkü L.A. Noire, “kazanmak” üzerine kurulu değildi. O, doğru olanı yapmak üzerine inşa edilmişti. Ve bu yüzden oyuncu, klasik başarı duygusu yerine, daha derin bir tatmin – ve çoğu zaman da bir burukluk – yaşadı.
Los Angeles… Işıl ışıl değil; puslu, kasvetli, yorgun bir şehir. Ama aynı zamanda büyüleyici. L.A. Noire, o dönemin haritasını sadece yüzeysel olarak değil, sosyolojik ve kültürel kodlarıyla da sundu. Reklam tabelaları, klasik arabalar, dönemin radyo yayınları, haber bültenleri… Her detay, adeta bir zaman makinesinin dişlisiydi.
Rockstar bu kez eğlenceli bir açık dünya sunmak yerine, yaşayan ama her an üstüne çöken bir gölge barındıran bir şehir tasarlamıştı. Kimi zaman bir cinayet mahalline giderken radyoda Frank Sinatra çalıyor, kimi zaman şehir merkezinden uzak bir kasabada insanlığın en karanlık yönleriyle karşılaşıyorduk.
Bu oyunla birlikte biz de değiştik. Sadece “iyi oyuncular” ya da “başarılı görev çözücüler” değil, aynı zamanda birer karar verici haline geldik. Bir kadının göz yaşları karşısında duygulanmak mı, yoksa onun sakladığı bir gerçeği sezip üzerine gitmek mi?
İşte oyunun en güçlü yanı buydu: oyuncuyu sorgulayan bir yapım olması. L.A. Noire oynarken yalnızca olayları değil, kendi değer yargılarımızı da çözümlüyorduk. Kim haklıydı? Adalet kimin tarafındaydı? Sessiz kalmak bazen daha mı doğruydu? Tüm bu sorular, ekranın dışına taşıp bizimle yaşıyordu.
Team Bondi’nin iç çatışmaları, yayıncı ile yaşanan sürtüşmeler ve Rockstar’ın başka projelere öncelik vermesi, bu eşsiz eserin devamının gelmesini engelledi. Oysa devam oyununda anlatılacak çok şey vardı. Cole’un mirası, yeni bir dedektif, belki 1950’lere geçiş… Hepsi potansiyel doluydu.
Ama olmadı. Ve belki de bu yüzden L.A. Noire’un etkisi bu kadar güçlü oldu. Çünkü o eksik bir cümle gibi bitti. Noktayla değil, üç noktayla…
Bugün L.A. Noire’dan bahsettiğimizde gözlerimiz hafif buğulanıyor. Oyunun remastered versiyonları çıksa da, o ilk oynayışımızın yarattığı etki, ilk kez bir yalanı gözlerden yakalayışımız, ilk defa adalet adına yanlış bir karar verdiğimizi fark edişimiz – hepsi birer hatıra oldu.
Birçok oyun zamanla unutulur. Ama L.A. Noire bir istisna. Çünkü o sadece bir oyun değil, bir vicdan egzersizi, bir noir senfoni, bir zaman kapsülüydü.
Eğer bir gün Rockstar yeniden L.A. Noire evrenine dönmeye karar verirse, inanın ki o gün oyun dünyası sadece yeni bir yapımı değil, kaybolan bir geleneği kucaklamış olacak. Ve bizler yeniden, gölgelerin arasından yükselen bir siren sesiyle, eski bir dedektif gibi dönüp şunu diyeceğiz:
“İşe dönme zamanı… suç hâlâ sokakta.”