Bazen bir şehre yolunuz düşer ve o şehir size yalnızca meydanını, sokaklarını değil; kalbini de açar. İşte Kütahya da tam olarak böyle bir yer… Ege’nin içlerinde, gözlerden biraz uzak ama tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla ve insan sıcaklığıyla kocaman bir dünya saklayan bir şehir. Çoğu kişi onu çiniyle tanır, kimisi kaplıcalarıyla, kimisi de antik kalıntılarıyla. Ama Kütahya, tüm bu parçaların bir araya gelmesiyle bambaşka bir hikâye anlatır.
Kütahya’nın hikâyesi, öyle birkaç yüzyılla sınırlı değil. Burada toprağa her kazma vurulduğunda başka bir medeniyetin sesi duyulur. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler… Ve ardından Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı. Her biri bu topraklara iz bırakmış.
Antik kaynaklarda “Kotiaeion” olarak anılan şehir, ünlü coğrafyacı Strabon’un anlattığına göre “Kotys’in Kenti” anlamına gelir. Roma döneminde Cotyaeum adıyla anılan bu şehir, Bizans surlarının gölgesinde yüzyıllar boyu ayakta kalmış.
Ve elbette Kütahya Kalesi… Bizans döneminden günümüze ulaşan, kenti yukarıdan selamlayan bu yapı, Türkiye’nin en büyük üçüncü kalesi olarak bilinir. Surların arasından baktığınızda hem modern şehir hem de geçmişin silüeti aynı kadraja sığar.
Kütahya’nın Osmanlı tarihindeki yeri, sıradan bir taşra şehrinin çok ötesindedir. 14. yüzyılda Germiyan Beyliği’nin merkezi olan şehir, Osmanlı ile akrabalık yoluyla birleşti. Germiyan Beyi II. Yakup Bey, kızı Devlet Hatun’u Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid ile evlendirerek Kütahya’yı çeyiz olarak verdi. Böylece şehir, Osmanlı topraklarına katıldı.
Osmanlı döneminde Kütahya, Anadolu Beylerbeyliği’nin (eyaletin) başkenti oldu. Bu konum, şehre hem idari hem de askeri bakımdan büyük bir önem kazandırdı. Kütahya’da yetişen askerler, imparatorluğun dört bir yanında görev yaptı. Şehir aynı zamanda Osmanlı mimarisinin inceliklerini taşıyan camiler, medreseler ve konaklarla süslendi.
Bugün hâlâ ayakta olan Ulu Cami, Kurşunlu Cami ve Balıklı Cami, Osmanlı döneminin zarif taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Eski hükümet konağı, çarşılar ve hanlar da bu dönemin canlı tanıklarıdır.
Kütahya, çini denince dünyada sayılı merkezlerden biridir. Asırlar önce başlayan bu sanat, Germiyan Beyliği ve Osmanlı döneminde zirveye çıkmış. İznik’teki çini üretiminin zayıfladığı dönemlerde, Kütahya ustaları devreye girmiş ve bu sanatı ayakta tutmuştur.
Desenlerdeki mavi, yeşil, kırmızı tonları; lale, karanfil ve geometrik motifler… Bunlar yalnızca süs değil, yüzyıllar boyunca kültürün bir dili olmuştur. Bugün şehir merkezindeki Çini Müzesi, bu sanatın bütün hikâyesini sergiler. Germiyan Sokağı’nda ise ustalar hâlâ ellerinde fırçalarla, yüzlerce yıllık desenleri yeni nesil tabaklara, vazolara, panolara işler.
Kütahya’nın biraz dışına çıktığınızda karşınıza çıkan Aizanoi Antik Kenti, Roma döneminin Anadolu’daki en ihtişamlı merkezlerinden biridir. Zeus Tapınağı, hem dini hem de siyasi yaşamın kalbiydi. Yanındaki stadyum-tiyatro kompleksi ise dönemin en büyük mühendislik harikalarından.
Ve Frig Vadisi… Doğal kaya oluşumlarının içine oyulmuş tapınaklar, mezarlar ve anıtlar, binlerce yıl öncesinin sessiz tanıkları gibi duruyor. Burada gün batımı, insanın hafızasına kazınacak kadar etkileyici. Kaya mezarlarının gölgesinde yürürken, tarihle iç içe olduğunuzu tüm hücrelerinizle hissedersiniz.
Kütahya yalnızca tarih değil, aynı zamanda doğanın şefkatli kollarıdır. Yoncalı Kaplıcaları, Osmanlı döneminden bu yana şifa dağıtıyor. Rivayetlere göre Yıldırım Bayezid burada ordusunu dinlendirirmiş. Şimdi modern tesisleriyle hem yerli hem yabancı ziyaretçileri ağırlıyor.
Murat Dağı’nda kışın kayak yapmak, yazın ise serin yaylalarında yürümek mümkün. Domaniç Ormanları, her mevsim başka bir renk cümbüşü sunuyor. İlkbaharda papatyalar ve menekşelerle, sonbaharda kızıl ve altın tonlarla kaplanan bu ormanlar, Osman Gazi’nin de tarih sahnesine çıktığı yerler olarak bilinir.
Kütahya mutfağı, hem Ege’nin hem İç Anadolu’nun dokunuşlarını taşır.
Sini Mantısı: Fırında kızarmış, üzerine yoğurt ve sos dökülmüş küçük mantılar.
Göveç: Toprak kapta ağır ağır pişmiş et ve sebzeler.
Sıkıcık Çorbası: Yoğurt, nohut ve minik köftelerin birleşimi.
Kütahya Tarhanası: Kendine özgü aromasıyla soğuk kış günlerinin ilacı.
Kütahya’da yemek yalnızca doymak için değil; sohbetin, misafirperverliğin ve geleneklerin bir parçasıdır.
Kütahya, gezerken size hep bir şeyler fısıldayan bir şehir. Bazen bir çini atölyesinde ustanın elinden çıkan desenlerde, bazen antik bir sütunun gölgesinde, bazen de kaplıca buharında… Burada zaman yavaşlar. Sokaklarında yürürken tarihle bugünü, sessizlikle hareketi aynı anda hissedersiniz.
Bu yüzden diyorum ki; Kütahya yalnızca gidilip görülecek bir yer değil, yaşanacak bir şehir. Bir gün yolunuz düşerse, acele etmeyin. Bir çay söyleyin, Germiyan Sokağı’nda oturun, etrafınızı izleyin. Çünkü Kütahya, sabırla dinleyenlere en güzel hikâyelerini anlatır.