Müzik tarihinde bazı sesler vardır; zamanı, modayı, hatta türleri aşar. Onları tanımlamak için “disco yıldızı” ya da “tek hitlik sanatçı” demek yetersiz kalır. Çünkü bazı sesler, sadece şarkı söylemez; yaşar, hisseder, hatırlatır. Alicia Bridges işte o seslerden biridir — parlayan, ama parladığı kadar da derin bir ışıktır.
Kuzey Carolina’nın Lawndale adlı küçük kasabasında, yaz akşamlarının ağır kokusu ve Amerika’nın güneyine özgü o dingin yaşam arasında dünyaya gözlerini açtı. O bir şehir çocuğu değildi; o yıllarda disko topunun ne olduğunu bile bilmiyordu. Ama müzik… müzik onun damarlarında dolaşan bir şeydi.
Henüz on yaşındayken gitar çalmayı öğrendi. Babası Myles Bridges, bir yandan yerel müzikle ilgilenen bir adamdı; küçük Alicia’ya ilk akorlarını öğreten, müziğe dokunma cesaretini aşılayan da oydu. Ve daha çocuk yaşta o gitar tellerinden çıkan seslerde, kendi kimliğinin yankısını buldu.
12 yaşındayken “The Alicia Bridges Show” adında bir radyo programına sahip oldu. WADA radyosunda, her cumartesi sabahı, küçük bir kız mikrofonun arkasına geçip insanlara sesleniyordu. Kimi zaman plak çalıyor, kimi zaman programını kendi sunuyor, kimi zaman da canlı canlı şarkı söylüyordu. Kim bilebilirdi ki, o günlerde radyo dalgalarına sızan o sesin bir gün dünyanın dört bir yanında yankılanacağını?
Alicia gençlik yıllarında Ray Ledford Band ile sahneye çıkmaya başladı. Henüz 13 yaşında bir kızın, barlarda ve küçük kulüplerde blues ve rock şarkıları söylemesi kulağa sıradışı geliyordu. Ama o sahnede sadece şarkı söylemiyor, sahnenin enerjisini yönetiyordu. Sonrasında Zachary Ridge adlı bir rock grubunun solisti oldu.
O dönemlerde müzik endüstrisi, kadınların kendi sözünü söylemesine çok da alışık değildi. Fakat Bridges, güçlü sesiyle, blues ve rock’ı karıştıran tarzıyla kalıpları yıkıyordu. Onun müziğinde Tina Turner’ın asi gücü, Aretha Franklin’in duygusal ağırlığı ve Elvis Presley’nin sahne hakimiyeti vardı.
1970’lerin sonuna gelindiğinde Amerika, disko ateşiyle yanıyordu. Kulüpler ışıl ışıldı, modalar parıltılıydı, ama Alicia Bridges bu sahneye girmeye tereddütle yaklaştı. Çünkü o, disko topunun değil, blues’un içtenliğini seviyordu. Yine de kader bazen beklenmedik bir nota çalar…
1977’de Polydor Records ile imzaladığı sözleşme, onun hayatındaki dönüm noktasıydı. Ve 1978’de, müzik tarihine altın harflerle kazınan bir şarkı doğdu:
“I Love the Nightlife (Disco ’Round)”
Bu parça aslında bir R&B şarkısı olarak yazılmıştı. Bridges ve söz yazarı arkadaşı Susan Hutcheson, geceyi, özgürlüğü ve dansı anlatan bir şarkı kaleme almışlardı. Ancak yayıncı Bill Lowery, şarkının potansiyelini gördü ve ona disko ritmi eklenmesini önerdi.
Sonuç? Müthiş bir dönüşüm.
O yumuşak soul tınısı, ritmik bir disko temposuyla birleşti. 1978’de yayınlandığında şarkı Billboard Hot 100’de beşinci sıraya, Cash Box ve Record World listelerinde de üst sıralara kadar yükseldi.
Kısa sürede dünya çapında bir disko marşı haline geldi.
“I Love the Nightlife”, sadece bir şarkı değildi. 1970’lerin sonunda, bireylerin kendini bulduğu, kimliklerini saklamadan yaşamak istediği bir dönemin simgesiydi. Kulüplerde yankılanan o nakarat, aslında bir özgürlük çağrısıydı:
“I love the nightlife, I got to boogie, on the disco ’round…”
Bridges, o dönemlerde lezbiyen kimliğini açıkça gizlemiyordu. Bu durum 70’ler için oldukça cesur bir duruştu. Şarkısı, LGBTQ+ topluluğu için adeta bir özgürlük marşı haline geldi. Çünkü onun sesi sadece dans eden bedenlere değil, kendi kimliğini saklayan yüreklere de hitap ediyordu.
Büyük başarıların ardında büyük sessizlikler gizlidir. “I Love the Nightlife” Alicia Bridges’i bir gecede üne kavuşturdu; Grammy adaylığı getirdi, televizyon programlarına çıkardı. Ancak o ışıltı, müzik dünyasının zalim gerçeğini de beraberinde getirdi: “Bir kez zirveye çıktığında, senden hep o zirvede kalman beklenir.”
Bridges’in ikinci albümü “Play It As It Lays” (1979) ticari anlamda aynı başarıyı yakalayamadı.
Ama o, asla şöhretin kölesi olmadı. Onun için müzik, listelerden çok duygularla ilgiliydi.
1980’lerde sahneden uzaklaştı; Atlanta’daki kulüplerde DJ’lik yapmaya başladı. İnsanlar dans ederken o, kabinde müziğin ritmini hissediyordu. Bu sefer mikrofon elinde değildi, ama müzik hâlâ onun etrafındaydı.
Bir röportajında şöyle demişti:
“Bazen şöhret, ışıkların seni kör etmesidir. Ben o ışıkları sevdim ama sonunda kendi gölgemi de tanıdım.”
Bu söz, onun kariyerinin özetidir. Alicia Bridges, ışığın da karanlığın da kadınıydı.
1994 yılında, “I Love the Nightlife” şarkısı “The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert” filminde yer aldığında, Alicia Bridges yeniden gündeme geldi. O dönem artık 40’lı yaşlarındaydı, ama sesi hâlâ aynı enerjiyi taşıyordu. Yeni kuşaklar onu bu film aracılığıyla keşfetti; disko yeniden moda oldu, şarkı yeniden listelere girdi.
Sonraki yıllarda Bridges, kendi müzik şirketini kurdu: Alicia Bridges Music Publications.
2000’li yıllarda “Say It Sister”, “This Girl Don’t Care” ve “Faux Diva” gibi albümlerle sahneye geri döndü. Ancak bu dönüş, geçmişi tekrar etmek için değildi — kendi üretimini kontrol eden, bağımsız bir sanatçının sessiz zaferiydi.
2009’da memleketi Kuzey Carolina onu onurlandırdı:
North Carolina Music Hall of Fame’e resmen kabul edildi.
Böylece küçük bir kasabadan çıkan o kız, kendi topraklarında bir efsaneye dönüştü.
Alicia Bridges’in hikâyesi sadece bir hit şarkının değil, bir kimliğin, bir dönemin ve bir cesaretin hikâyesidir.
Onun sesi sadece “disco” değildir — özgürlük, sevgi ve direnç notalarından oluşur.
O, müziğiyle kadınların güçlü durabileceğini, kimliğini saklamadan yaşamanın bir erdem değil, hak olduğunu gösterdi. Bugün hâlâ birçok genç sanatçı, onun “I Love the Nightlife” şarkısındaki enerjiyi kendi sahnesine taşır. Çünkü Bridges’in mirası, sadece bir melodi değil, bir ruhtur.
Günümüzde Alicia Bridges hâlâ müzikle iç içe bir yaşam sürüyor. Kendi plak şirketinde genç yeteneklere yol gösteriyor, aynı zamanda hayvan hakları savunuculuğu yapıyor.
O artık sahnelerin ışıltısına ihtiyaç duymayan, ışığı içinden gelen bir kadın.
“I Love the Nightlife” çaldığında, belki bilmeyenler için sadece nostaljik bir disko parçası gibi gelir. Ama bilenler için o şarkı, özgürlüğün sesi, kadın gücünün yankısı ve müziğin zamansız büyüsüdür.
“Bazı şarkılar zamanın dışına taşar. Çünkü o şarkılar, sadece kulakla değil, kalple dinlenir.”