“Sabah sisinin içinde yürüyorsanız ve bir kalenin gölgesinde kendinizi tarihin ortasında buluyorsanız, muhtemelen Kastamonu’dasınız… Ya da rüyada.”
Kabul edelim, Türkiye’nin şehirleri arasında biraz sessiz, biraz içe dönük kalmış bir çocuktur Kastamonu. “Karadeniz’de mi tam?” diye sorarsınız. “Hem evet, hem hayır,” der size. Çünkü onun kalbi dağlarda, aklı ise geçmişin sokak aralarında gezinir durur.
Ama işte tam da bu yüzden, Kastamonu anlatılmaya değer. Çünkü bu şehir; bir kartpostal gibi güzel değil, bir hikâye kitabı gibi kat kat. Ve sayfalarını çevirdikçe karşınıza bazen bir sarımsak çıkar, bazen bir efsane, bazen de bir türbe sessizce selam verir…
Kastamonu’ya girer girmez sizi ilk karşılayan şey, şehir merkezine yukarıdan bakan o meşhur kale olur. “Ben buradayım!” diye haykırmaz. O zaten hep oradadır. Zamanın görkemli ama usulca yaşlanmış bir tanığı gibi…
Kale çevresindeki dar sokaklar, eski Kastamonu evleriyle doludur. Her biri “benim içimde bir film çekilmedi ama çekilse Oscar alırdı” diye içlenir. Ahşap pencerelerden sarkan çiçekler, sanki size “hoş geldin, geç kalmadın” der.
Kastamonu’da dini yapılar, sadece taş ve tuğla değildir. Onlar, halkın gönlünde yaşayan anıtlar gibidir. Nasrullah Camii, tam anlamıyla şehrin nabzıdır. Çeşmesinden bir yudum su içmek bile sanki geçmişe yolculuk etmek gibidir.
Şeyh Şaban-ı Veli Türbesi ise maneviyatın merkezidir. İçeri adım atarken bir şey fark edersiniz: Sessizlik burada sadece sessizlik değil, huzurun ta kendisidir.
Ve tabii ki Mahmut Bey Camii… Mimarî bir mucize gibi çivisiz yapılmış. “Nasıl yani çivisiz mi?” diye sorarsanız, Kastamonulular sadece gülümser. Çünkü burada mimari bile tevazu sahibidir.
Doğal güzellikler deyince çoğu kişi gözünü Ege’ye ya da Doğu Karadeniz’e diker. Oysa Valla Kanyonu nu bir kez görenin aklı orada kalır. İsmi bile “vallahi büyüleyici” dedirtiyor. Yürüyüş yolları, derin uçurumlar, yeşilin sonsuz tonu… Doğayla baş başa kalmak isteyenler için adeta terapi merkezi.
Horma Kanyonu ise biraz daha mülayim. Ağaçların gölgesinde yürürken, ayak seslerinizi dinleyip “İyi ki geldim” dersiniz.
Ve sonra Ilıca Şelalesi çıkar karşınıza… Cennetin Kastamonu şubesi gibi. Şelalenin serinliği, yaz sıcağında bir şarkı gibidir: Tatlı, ferah, unutulmaz.
Kastamonu’da yemek yemek sadece karın doyurmak değildir; bir çeşit tarihi sindirmektir.
Etli ekmek gelir masaya, ve siz onun aslında sade bir yemek değil, çocukluğunuzdaki bayram sabahları olduğunu fark edersiniz.
Banduma gelir, hindi eti, ceviz, yufka… Ama asıl lezzeti sohbettir. Kalabalık sofraların şahıdır o.
“Tatlı bir şey var mı?” derseniz, Kastamonu size çekme helva uzatır. Tel tel ayrılır ama ağızda bütün olur.
Ve tabii Taşköprü sarımsağı… Bazen yemeklerin içinde, bazen bir festivalin ortasında çıkar karşınıza. Her hâliyle iddialıdır: “Benim kokum dünyaya yeter!”
Her ilçesi ayrı tatta, ayrı renkte… Öyle ki, hepsini tek potada eritemezsiniz. Buyurun, kısa kısa Kastamonu’nun mozaik haritasına:
Cide: Deniz kenarında bir şiir gibi. Gideros Koyu’nu görmeden “mavi”yi tanıdığınızı sanmayın.
Taşköprü: Sarımsak deyip geçmeyin, Pompeiopolis antik kentiyle Roma’dan selam getirmiştir.
İnebolu: Kurtuluş Savaşı’nın gizli kahramanı. Latin harflerinin ilk kez halk önünde okunduğu yer. Dalgaları da tarihi kadar coşkulu.
Daday: Doğaya kaçmak isteyenler için birebir. At turizmiyle “şehre dönmek istemiyorum” dedirtecek yerlerden.
Pınarbaşı: Macera arayanların gözdesi. Kanyonlar, dereler, doğa sporları…
20 ilçenin her biri başka bir yolculuk, başka bir başlık aslında. Bir romanın bölümleri gibi, her biri sizi ayrı bir duyguda yakalıyor.
Kastamonu sadece güzellikleriyle değil, kalbinde taşıdığı hikâyelerle de anlatılmalı.
Ve burada Şerife Bacı’yı anmadan geçmek olmaz. Donmuş topraklarda cephane taşırken hayatını kaybeden bu cesur kadın, Kastamonu’nun simgesidir. Anıtı, şehrin tam ortasında dimdik durur. O anıt sadece bir heykel değil, Anadolu kadınının dik duruşudur.
Ve şehir adını bir efsaneden alır derler: “Kasım ile Munire’nin aşkı, Kastamonu olur.” Aşkla yoğrulmuş bir şehirden geriye ne kalır ki zaten? Biraz gözyaşı, biraz sarımsak, bolca hikâye…
Kastamonu öyle bir şehir ki, bir çırpıda gezeyim derseniz, sizi nazikçe uyarır:
“Ben öyle çabuk tüketilecek bir şehir değilim. Aceleye gelmem, biraz soluklan da anlatayım kendimi…”
Bu yüzden, Kastamonu’ya giderken yanınıza sadece valiz değil; biraz sabır, biraz merak, biraz da tarih sevgisi alın. Gerisini o zaten anlatır size.
Ve dönerken fark edersiniz: “Ben bu şehri görmedim sadece, ben bu şehri duydum, hissettim, tattım.”