Bir şehir düşünün…
Taşlarının her biri bin yıllık hikâyeler fısıldıyor, sabah güneşi vadilerin üzerine düştüğünde gölgeler bile tarih kokuyor. İşte orası Nevşehir. Anadolu’nun tam kalbinde, toprağın altı kadar üstü de sırlarla dolu, sessiz ama derin bir şehir. Belki de bu yüzden, her gelenin kalbinde bir parça bırakıp gidenin ardında özlem kokulu bir hatıra bırakıyor.
Nevşehir’in geçmişine dokunduğunuzda, tozlu sayfalardan birdenbire bir medeniyetler geçidi belirir. Antik çağlarda Nissa adıyla bilinen bu topraklar, Helenistik dönemin zarafetini, Roma’nın mimari ihtişamını ve Bizans’ın mistik sessizliğini birlikte taşır. Yunanca “Yeni Şehir” anlamına gelen Neapolis, bugünkü Nevşehir’in ilk isimlerinden biridir.
Zamanla değişen eller, değişmeyen topraklar…
Selçuklular döneminde fethedildiğinde adını Muşkara olarak aldı. O dönemlerde küçük bir yerleşim yeri olsa da, kaderi bir Lale Devri sabahında büsbütün değişecekti.
Nevşehir’in yeniden doğuşu, Lale Devri’nin simgesi haline gelen Damat İbrahim Paşa ile başladı. 18. yüzyılda Osmanlı’nın en zarif, en renkli döneminde, İbrahim Paşa doğduğu bu topraklara vefa borcunu ödemek istercesine kolları sıvadı.
Muşkara artık eski bir köy değil, yeni bir medeniyet merkezi olacaktı. Hanlar, hamamlar, medreseler, camiler inşa ettirdi. Şehri baştan aşağıya imar etti ve ona Farsça “Yeni Şehir” anlamına gelen Nevşehir adını verdi. Bu isim, sadece bir kelime değil; yeniden doğuşun, umudun ve değişimin sembolüydü.
İbrahim Paşa’nın yaptırdığı Kurşunlu Camii, Damat İbrahim Paşa Külliyesi, hamamlar ve hanlar bugün hâlâ şehrin merkezinde dimdik ayakta durur. Her biri, Lale Devri’nin süslemeleriyle bezenmiş taş bir şiir gibidir.
Nevşehir’i diğer şehirlerden ayıran şey, sadece yüzeyde gördüklerimiz değildir. Çünkü asıl Nevşehir, yerin altındadır.
Toprağın altına gizlenmiş şehirler… kilometrelerce uzanan tüneller, binlerce yıllık sırlar…
Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak, Mazı, Tatlarin… Her biri, insanın hayatta kalma çabasının, yaratıcılığının ve inancının birer kanıtı.
Bu yeraltı şehirleri, ilk Hristiyan toplulukların Roma zulmünden kaçarken sığındığı, karanlık ama güvenli limanlardı. O taş duvarların arasında yakılan bir kandil, belki de Anadolu’da inancın en saf halini temsil ediyordu. Bugün o karanlık koridorlarda yürürken, sanki geçmişin dualarını hâlâ duyar gibi oluyorsunuz.
Nevşehir’in adı anıldığında akla ilk gelenlerden biri şüphesiz Kapadokya.
Sanki Tanrı, bu topraklara dokunmuş da parmak izlerini geride bırakmış gibi.
Peri Bacaları, doğanın sanatla birleştiği bir başyapıt. Zamanın, rüzgârın ve suyun sabırla işlediği bu kaya oluşumları, yüzyıllardır göğe yükselen taş dualar gibi duruyor.
Göreme, Uçhisar, Ortahisar, Ürgüp, Avanos… Her biri kendi hikâyesine sahip masalsı yerler.
Göreme Açık Hava Müzesi’ndeki freskli kiliseler, o dönemin inanç dolu sanat anlayışını gözler önüne sererken, Avanos’un kızıl topraklarından yapılan çömlekler hâlâ o eski ustaların ellerinden çıkmış gibi taze.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gökyüzüne yükselen yüzlerce sıcak hava balonu, sadece turistlerin değil, şehrin de ruhunu özgürleştiriyor. O an, Kapadokya’nın üstünde süzülürken insan, hayatın aslında bir rüya olduğunu hissediyor.
Nevşehir sadece taşın ve tarihin şehri değildir; aynı zamanda sofranın, dostluğun ve misafirperverliğin de merkezidir.
Üzüm bağlarıyla ünlü bu topraklarda, yıllardır süregelen şarap yapımı geleneği hâlâ yaşatılıyor. Nevşehir’in bağlarından toplanan üzümlerle yapılan şaraplar, hem yerel halkın hem de dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerin gözdesi.
Yöresel mutfağında testi kebabı, düğün çorbası, nevzine tatlısı gibi lezzetler ön plandadır.
Kapadokya’da ateşte pişen testi kebabı kırıldığında yayılan koku, sadece bir yemek değil, yüzlerce yıllık geleneğin kokusudur.
Ve o sofralarda anlatılan hikâyeler, aslında şehrin en büyük mirasıdır: insan sıcaklığı.
Bugün Nevşehir, hem turizmin hem de tarih bilincinin merkezlerinden biridir.
Modern binaların arasında hâlâ taş evlerin gölgesi hissedilir. Her sokakta bir geçmiş yankılanır.
Nevşehir Kalesi’nden şehre baktığınızda, geçmişle geleceğin birbirine dokunduğu o çizgiyi görürsünüz.
Bir yanda tarihî dokusuyla yaşayan eski mahalleler, diğer yanda üniversitesiyle, müzeleriyle, kültür festivalleriyle modern bir yaşam.
Ama en güzeli, şehrin ruhunuzu sessizce sarmasıdır.
Güneş batarken Göreme vadisinde oturup ufka baktığınızda, sanki bin yıl öncesinden biri size gülümsüyor gibi olur. Belki de o yüzden, Nevşehir’e gelen herkes biraz “kendini” bulur.
Nevşehir, bir şehirden öte; bir masalın içinden yürüyormuşsunuz gibi hissettiren bir yer.
Her taşı, her vadisi, her sokağı geçmişin yankısını taşır.
Ve bu şehir, “yeni şehir” anlamına gelse de, içinde insanlığın en eski duygularını barındırır: umut, inanç ve güzellik.
Belki de bu yüzden, Damat İbrahim Paşa’nın verdiği isim, sadece bir kelime değil; bir duadır aslında.
Her sabah güneş Nevşehir’in vadilerine doğarken, o dua yeniden yankılanır:
“Yeni bir gün, yeni bir şehir, yeni bir umut…”
